Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü Adına Kayıtlı Cemaat Vakfına Ait Taşınmazın İadesi

Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü Adına Kayıtlı Cemaat Vakfına Ait Taşınmazın İadesi - Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru - AİHM Başvuru - AYM Kararları- Kayseri Avukat Zülküf Arslan Hukuk Bürosu

Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü Adına Kayıtlı Cemaat Vakfına Ait Taşınmazın İadesi Talep Edilebilir mi

ANAYASA MAHKEMESİ BİREYSEL BAŞVURU

SANASARYAN VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/6264)

Karar Tarihi: 3/11/2022 R.G. Tarih ve Sayı: 14/12/2022-32043

BİRİNCİ BÖLÜM – KARAR

Başkan: Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler: Muammer TOPAL, Recai AKYEL, Selahaddin MENTEŞ, Muhterem İNCE

Raportör: Ayhan KILIÇ

Başvurucu: Sanasaryan Vakfı

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfına ait taşınmazın iadesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 21/2/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Olayın Arka Planı

9. Başvurucu Sansaryan Vakfı (Vakıf) Rusya devleti tebaasından olan ve Ermeni milletine mensup Ağa Mugradiç Sanasariyen (Sansaryan) tarafından 1319 (1901) tarihinde Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim masraflarının karşılanması gayesiyle kurulmuştur. Vakfiyede vakfın tevliyesinin Ermeni milleti patriki her kim olursa ona ait olacağı belirtilmiştir.

10. İstanbul ili Fatih İlçesi Şeyh Mehmet Geylani Mahallesi’nde kâin 969 ada 5 parsel numaralı ve Sansaryan Hanı olarak adlandırılan taşınmaz -öncesinde nam-ı müstear adına kayıtlı iken- 26/5/1929 tarihinde kadastro komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir.

11. İstanbul İl Özel İdaresi (İl Özel İdaresi) tarafından 1930 yılında E.1930/396 numarasıyla İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde başvurucuya karşı açılan dava sonucunda taşınmazın yönetimi İl Özel İdaresine devredilmiştir. Taşınmazın devri 7 Nisan 1341 (7/4/1925) tarihli ve 605 sayılı Evkaf Müdüriyeti Umumiyesinin 1341 Senesi Bütçe Kanunu’nun 4. maddesi hükmüne dayandırılmıştır. Başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünün İl Özel İdaresine karşı 1947 yılında ayrı ayrı açtıkları müdahalenin meni davaları İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesince reddedilmiştir.

12. Osmanlı Dönemi’nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli “Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat” ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denilmiştir. Anılan Kanun’la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da kanunda öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

13. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi’nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun’a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

14. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır.

15. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu gereğince mülhak vakıf statüsüne giren başvurucu Vakfın statüsü, Vakıflar Umum (Genel) Müdürlüğünün (Genel Müdürlük) 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına hizmet etme imkânının kalmaması ve tevliyesinin makama meşrut kılınması sebebiylemazbut vakıf olarak değiştirilmiştir.

16. İl Özel İdaresi 12/6/1950 tarihinde Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığına müracaat ederek taşınmazın adına tescil edilmesini talep etmiştir. Talep yazısında başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1947 yılında açılan meni müdahale davalarında verilen ret kararlarına atıf yapılarak bu kararlarla taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğunun tespit edildiği ifade edilmiştir. Ancak talep 17/8/1950 tarihli yazıyla reddedilmiştir. Ret yazısında anılan kararlarda taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğuna dair bir tespitin bulunmadığı vurgulanmıştır. İl Özel İdaresi bunun üzerine 8/8/1951 tarihinde Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne başvurmuş, anılan Müdürlüğün bünyesindeki Tapu Komisyonunun 15/8/1951 tarihli kararıyla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğu tespiti yapılmış ve tescil için gerekli işlemlerin yapılması amacıyla evrakın mahalline iadesine karar verilmiştir. Tapu Komisyonu kararında, Tapu Sicil Muhafızlığının talebi reddetmesinin 743 sayılı mülga Kanun’a uygun olmadığı ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir. Taşınmaz 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

17. Genel Müdürlük, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Davada, taşınmazın mülkiyetinin Vakfa ait olduğu, 10/9/1957 tarihli ve 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi Ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun uyarınca Genel Müdürlüğe devri gerektiği savunulmuştur. Davalı İl Özel İdaresi ise taşınmazın 7044 sayılı Kanun kapsamına girmediğini savunmuştur. Davayı inceleyen İstanbul Yüksek Dereceli Hukuk Hâkimliğinin 26/6/1987 tarihli kararıyla taşınmazın Genel Müdürlük adına tesciline hükmedilmiştir. Kararda, davalı idarenin savunmasına itibar edilmediği ve 7044 sayılı Kanun hükümleri gözönünde tutularak davanın kabulü gerektiği vurgulanmıştır.

B. Tapu İptali ve Tescil Davasına İlişkin Süreç

18. Başvurucuyu temsilen Türkiye Ermenileri Patrikliği (Patriklik) 12/12/2011 tarihinde İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Genel Müdürlük ve İl Özel İdaresi aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi lehine yapılan tescilin yolsuz olduğu ve taşınmazın mülkiyetinin hukuken Vakfa ait olduğu belirtilmiştir.

19. Mahkeme İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde görev yapan iki öğretim üyesinden hukuki mütalaa almıştır. 28/2/2014 havale tarihli bilirkişi raporunda özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Somut olayda Vakıf, zımmi olan ve Ermeni milletine mensup bir kişi tarafından Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olup cemaat vakfı niteliğindedir.

ii. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca cemaatlerce idare olunan vakıfların mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenmiş ve bunlar mülhak vakıf kategorisinde kabul edilmiştir. Anılan maddede 31/5/1949 tarihli ve 5404 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle cemaatlere mahsus vakıfların bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme dikkate alındığında 5404 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinden önceki dönem açısından cemaatler tarafından idare edilen vakıflar ile mütevellilikleri bir makama şart koşulmuş vakıfların aynı kategoride yer almadığı ve cemaat vakıflarının her hâlükârda mülhak vakıf sayılması gerektiği anlaşılmıştır.

iii. Bazı Danıştay kararlarına göre bir vakfın mazbut vakıf sayılabilmesi için amacının fiilen imkânsız hâle gelip gelmediğine değil mal varlığı ve gelir durumunun amaca hizmet etmeyecek bir duruma düşüp düşmediğine bakılması gerekir. Dolayısıyla somut olaydaki Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasında dayanılan vakfın amacının fiilen imkânsız olduğu gerekçesinde hukuka uygunluk bulunmamaktadır.

iv. Bu çerçevede davacı Vakfın mazbut vakıflar arasına alınmasına ilişkin idari işlem hukuka aykırıdır. Ancak bu işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetini tartışmak ve tespit etmek idare mahkemelerinin görevindedir.

20. Mahkeme 3/7/2014 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde olay ve olgular özetlendikten sonra kısaca şunlar ifade edilmiştir:

i. Dava konusu Vakıf, eğitime destek amacıyla İslam hukuku hükümlerine göre kurulmuş bir sosyal yardım vakfıdır. 1929 yılında yapılan kadastro çalışmalarında Vakfa ait olduğu tespit edilen taşınmazın yönetimi İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesince 605 sayılı Kanun’un 4. maddesine dayanılarak İl Özel İdaresine devredilmiş, ardından da taşınmaz 1952 yılında İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

ii. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesine göre vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile “Evkaf Nezareti” tarafından yönetilen vakıflar mazbut vakıf olarak tanımlanmıştır. Genel Müdürlüğün 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına ulaşma imkânının kalmaması ve tevliyetin makama meşrut bulunması gerekçeleriyle Vakıf mazbut vakıflar arasına alınmıştır.

iii. Davacı vekili söz konusu idari işlemin yoklukla malul olduğunu, dolayısıyla işlemin iptali bakımından dava açılmasının gerekmediğini iddia etmiş ise de Vakfın mazbut vakıf sayılmasına dair işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetiyle ilgili olarak değerlendirme yapması gereken merci idare mahkemesidir. Vakfın idare şeklinin kanun hükümleri uyarınca değişikliğe uğramadığı da dikkate alındığında davanın reddine karar vermek gerekmiştir.

21. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde dava dilekçesindeki iddialara ek olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye (B. No: 14340/05, 8/7/2008) kararına atıfta bulunularak mülkiyet hakkının ihlal edildiği ileri sürülmüştür. Dilekçede ayrıca Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 kararından da söz edilerek cemaat vakıflarının mazbut vakıf olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir.

22. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi (Daire) 13/12/2017 tarihli kararıyla mahkeme kararını bozmuştur. Bozma kararının gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

.i. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1027. maddesinin birinci fıkrası uyarınca tapu kaydında mülkiyet hakkıyla ilgili değişiklikler ancak mahkeme kararı ile yapılabilir. Dava konusu taşınmazın 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına oluşturulan tescil kaydı mahkemenin mülkiyet hakkına ilişkin hükmü olmaksızın idari bir yazıya istinaden oluşturulmuştur. Genel Müdürlük adına yapılan tescil ise İl Özel İdaresi aleyhine açılan davada verilen hükme dayanmaktadır. Bu durumda idari kararla oluşan ilk tescil ile davacı Vakfın taraf olmadığı mahkeme kararıyla oluşan ikinci tescilin Vakfı bağlamayacağı gözetildiğinde her iki işlemin yolsuz tescil niteliğinde olduğunun kabulü gerekir.

ii. Somut olayda çekişme konusu taşınmaz kadastro çalışması sonucu 24/5/1929 tarihinde Vakıf adına tescil edilmiştir. Vakfın kurucusu Ermeni milletinden Ağa Muğradiç Sanasaryan olup vakfiyede Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Vakfın 743 sayılı mülga Kanun’dan önce kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olması nedeniyle cemaat vakfı niteliğinde olduğu açıktır.

iii. 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 2. maddesiyle cemaat vakıfları mülhak vakıf statüsünden çıkarılmış ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsenmiştir. Aynı Kanun’un 12. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle cemaat vakıflarına yeni haklar tanınmıştır. Ne var ki Mahkemece davacı Vakfın cemaat vakfı olduğu ve yukarıda sözü edilen Kanun maddeleri uyarınca değerlendirme yapılması gerektiği göz ardı edilerek sonuca gidilmiştir.

23. Genel Müdürlük, kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Daire 12/12/2018 tarihli kararıyla kararın düzeltilmesi talebini kabul ederek bozma kararını kaldırmış ve Mahkeme kararını onamıştır. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Bir hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine aittir. O hakkı dava etme yetkisinin kime ait olduğu ise tamamen maddi hukuk kurallarına göre belirlenir. Başka bir anlatımla davada taraf sıfatı, dava konusu subjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkidir. Bu durumda dava konusu şey üzerinde kim veya kimler hak sahibi ise davayı da bu kişi ya da kişilerin açması gerekir.

ii. 5/6/1936 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu’nun 1/C maddesinde 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan mütevelliliği bir makama şart edilmiş olan vakıfların Genel Müdürlük tarafından idare olunacağı ve bunlara mazbut vakıflar denileceği hüküm altına alınmıştır. Vakfın vakfiyesine göre mütevelliliği Ermeni Patriğine şart edilmiş olduğundan Vakfın cemaat vakıflarından olmadığı sonucuna varılmaktadır. Bu durumda mazbut vakıf olan Vakfın idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe geçtiğinin ve Türkiye Ermeni Patriğinin mütevelliliğinin de son bulduğunun kabulü gerekir.

iii. Bununla birlikte mazbut vakıfların idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe verilmiş olması bu vakıfların mal varlığının da Genel Müdürlüğe geçtiği anlamına gelmez.

iv. Şu hâlde davalı Genel Müdürlüğün hem evveli vakıf malı olan dava konusu taşınmazın tapu kayıt maliki olması hem de Vakfın temsilcisi olması karşısında Genel Müdürlük ile Vakıf arasında çıkar çatışması bulunduğunun kabulü gerekir. Böyle bir dava ancak kayyım aracılığıyla açılabilir. Türkiye Ermeni Patriğinin davada mütevelli sıfatıyla Vakfı temsil yetkisinin olmadığına, dolayısıyla görülen davada davacı taraf sıfatı bulunmadığına göre davanın reddedilmesi -açıklanan gerekçeyle- sonucu itibarıyla doğrudur.

24. Nihai karar 23/1/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 21/2/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

25. 605 sayılı Kanun’un 4. maddesi şöyledir:

“Maksadı tesisleriyle mahalli sarfları tedris ve talim ve terbiye olarak kalan vakıf mebani ile vakıf arsaların idare ve nezareti, meşrtu lehlerinin mahiyetine göre, Maarif vekâleti ile idareyi hususiyelere tevdi ve bu kabil evkaf hakkında 19 Mayıs 1327 tarihli kanun ahkâmı Maarif ve Dahiliye vekâletlerince tatbik olunur.”

26. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinin ilk hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

“4 birinci teşrin 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan

A- Bu kanundan önce zaptedilmiş bulunan vakıflar,

B- Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,

C- Mütevelliliği bir makama şartedilmiş olan vakıflar,

Ç- Kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış olan vakıflar,

D- Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerinden başkalarına şartedilmiş vakıflar,

Vakıflar umum müdürlüğünce idare olunur. Bunların hepsine birden Mazbut vakıflar denir.

A- Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerine şartedilmiş vakıflar,

B- Cemaatlarca idare olunan vakıflar,

C- Bazı sanat sahiblerine mahsus vakıflar,

Mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunur. Bunların hepsine birden Mülhak vakıflar denir…”

27. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

“Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler…”

28. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“Bu Kanunun uygulanmasında;

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

ifade eder.”

29. 743 sayılı mülga Kanun’un 933. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi şöyledir:

“Haklı bir sebep olmaksızın yapılan bir tescil veya tescilin tadil veya terkini ile ayni hakları haleldar olan kimse, kaydın terkinini veya tadilini istiyebilir.”

30. 743 sayılı mülga Kanun’un 935. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Alakadarlar tahriren muvafakatlerini beyan etmedikleri halde mahkeme kararı olmadıkça tapu sicil memuru, hiç bir tashih icra edemez.”

31. 743 sayılı mülga Kanun’un -Tapu Komisyonu kararında atıfta bulunulan- 642. maddesi şöyledir:

“Bir şeye temellük etmek hakkını hibe gibi bir sebeple iktisap etmiş olan kimse tescil muamelesinin icrasını malikinden talep edebilir. İmtina halinde mülkiyetin kendisine aidiyetine karar verilmesini hakimden istiyebilir.

İhraz ve işgal, intikal, istimlak cebri icra ve mahkeme ilamiyle bir gayrimenkulün mülkiyetini iktisap eden kimse; doğrudan doğruya tescil muamelesini yaptırabilir.

Karı koca malları hakkındaki usul icabı olarak vuku bulan mülkiyet tebeddülleri sicilli mahsusuna kayıt ve ilan edilmesini müteakip resen tapu siciline de kaydolunur.”

32. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1025. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş veya bir tescil yolsuz olarak terkin olunmuş ya da değiştirilmiş ise, bu yüzden aynî hakkı zedelenen kimse tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir”

33. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1027. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

İlgililerin yazılı rızaları olmadıkça, tapu memuru, tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir.”

34. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“Dava, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi’nin davacı vakfın kanunen ve fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığından bahisle mazbut vakıflar arasında alınmasına ilişkin 22.1.1997 günlü, 71/116 sayılı kararının iptali istemiyle açılmıştır. …

Vakıf, en genel anlamıyla, bir mal veya mülkün, satılmamak koşuluyla, bir hayır işine tahsis edilmesini; başka bir ifadeyle, bir mülkün menfaatlerinin hayri, sosyal veya kültürel hizmetlere özgülenmesini, böylece özel mülkiyetten çıkarılarak kamunun mülkiyetine geçirilmesini ifade eder. Bu yönüyle kişi ile toplum arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen bir sosyal yardım kurumu niteliğindeki vakıflara, tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin, yerleşik düzene geçmiş insan topluluklarında, tüm uygarlıklarda ve dinlerde rastlanması olanaklı ise de, vakıf kurumu, vakfı ‘bir aynı Allah’ın mülkü hükmünde olmak ve menfaatleri halka ait olmak üzere hapis ve tevkif etmek’ olarak tanımlayan İslam Hukuku içinde gelişmiştir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Müslüman olmayan tebaanın (cemaatlerin) dahi İslam Hukuku’nun benimsendiği biçimiyle vakfiye düzenleyerek vakıf kurma olanaklarının bulunduğu görülmektedir. Ancak bu dönemde, Müslüman olmayan tebaa, ayrı bir vakıf kurmak yerine, inanç ve geleneklerine göre kendi cemaatlerinin manevi kişiliği lehine yükümlü bağışlama yapmayı benimsemiş; Padişah Fermanı (Buyruk) ve İrade-i Mahsusa (Özel İzin) ile bu cemaatlerin kilise, manastır, sinagog, papaz evi, mezarlık, okul ve hastane gibi dini, hayri ve ilmi kurumlar oluşturmasına izin verilmiş ve bunlar cemaat mensuplarının sözü edilen yükümlü bağışlarıyla hizmetini sürdürmüş, yaşatılmıştır. Hatta 16 Şubat 1328 (1912) tarihli ‘Eşhası Hükmiyenin Emval’i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-u Muvakkat’ın 3. maddesiyle cemaatlerin kendi dini, ilmi ve hayri kuruluşlarının doğrudan doğruya mal edinmesine ve daha önce edindikleri taşınmaz malların tapu kayıtlarını kendi adlarına tahsis etmelerine olanak tanınmıştır.

864 sayılı ‘Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 8. maddesinde ‘Kanunu Medeni’nin mer’iyete vaz’ından makaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.’ hükmüne yer verilerek, 743 sayılı Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 4.10.1926 tarihinden önce kurulmuş vakıfların bu Medeni Kanun’a tabi olmaları uygun bulunmamış; 864 sayılı Kanun’un 8. maddesinde sözü edilen düzenleme 13.12.1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’yla gerçekleştirilmiştir.

2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinin ikinci fıkrasında ‘cemaatlerce idare olunan vakıflar’ın mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenerek, bunlara ‘mülhak vakıf’ denileceği belirtilmiştir. Böylece varlıkları İslam/Osmanlı Hukuku’na dayanan ve Lozan Andlaşmasıy’la korunan, Türkiyede’ki Müslüman olmayan Türk uyruklu azınlıklara ait olan dini, ilmi ve hayri kurumlar ‘mülhak vakıf’ tüzel kişiliğine dönüştürülmüş; 2762 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin (a) fıkrası uyarınca vermiş oldukları beyannameler de bu vakıfların vakfiyesi yerine geçmiştir.

Bununla birlikte 31.5.1949 günlü, 5404 sayılı Kanun’la 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenerek, mütevelliliği vakfedenlerin ferilerle şart edilmiş vakıflara ‘mülhak vakıf’ denileceği ifade edilerek, cemaatlere mahsus vakıfların ise bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Böylece, Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflar mazbut ve mülhak vakıfların yanı sıra, hukuksal nitelikleri ve yönetim biçimlerinin farklılıkları nedeniyle bunlardan ayrılan ‘cemaat vakıflar’ olarak tasnif edilmiştir. Nitekim 5404 sayılı Kanun’un ‘Gerekçe’sinde ve bu Kanun’a ilişkin TBMM İçişleri Komisyonu, Maliye Komisyonu ve Adalet Komisyonu raporlarında da, getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinden çıkarıldığı açıkça vurgulanmıştır.

Bu çerçevede, 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının, ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmamıştır.

Esasen 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesinin birinci fıkrasıyla; 4 Birinci Teşrin 1926, yani Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce oluşturulan vakıflardan, vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile ‘Evkaf Nezareti’ tarafından yönetilen vakıflar (daha önce zabtedilmiş, idaresi zabtedilmiş, mütevelliliği bir makama şartedilmiş, mütevelliliği vakfedenlerin fer’ilerinden başkalarına şart edilmiş ve kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış vakıflar) ‘mazbut vakıflar’ olarak tanımlanmış; böylece bu vakıflar tek bir tüzel kişilik altında toplanarak, temsili, idaresi ve denetimiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü görevlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle mazbut vakıflar yönünden 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun kapsamı gösterilmiştir. Dolayısıyla, 2762 sayılı Kanunun 1. maddesi, Medeni Kanun öncesi mevcut vakıfların o tarihteki durumları itibariyle ayrımını ve beş bentte belirtilen haller saptandığında mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yönetilmesini öngörmekte; Medeni Kanun öncesi mevcut vakıfların 2762 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının değerlendirilmesine olanak vermemektedir.

Bu nedenle, Medeni Kanun öncesi mevcut vakıfların, 2762 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının, anılan Kanunun 1. maddesine göre değil, diğer maddelerine göre değerlendirilmesi gerektiğinden, 1936 yılında verdiği beyannameden sonra kesintisiz olarak faaliyetine devam eden davacı vakfın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 1/D maddesi kapsamında mazbut vakıflar arasına alınmasına olanak bulunmamaktadır.

Öte yandan, vakıflarda fiilen hayri bir hizmetin kalmadığından söz edebilmek için, vakfın malvarlığı ve gelir durumunun amacına hizmet edemeyecek bir dereceye düşmüş olması gerekir. Dava dosyasının incelenmesinden, Beyoğlu Üçüncü Noteri’nce onaylı bulunan ve Osmanlıcadan tercüme edilen Servet Beyanından, vakıf yerinin Padişah izni ile Rum yetimlerine hane olmak üzere Rum Patrikhanesi’ne ayrılmış olduğu, Defter-i Hakani’de de Rum yetimler namına kaydolunduğu, 1936 yılında vermiş olduğu beyannamede ismi ‘Büyükadada kain Rum Erkek Yetimhanesi’ olarak belirlenen ve bir cemaat vakfı olan davacı vakfın, İstanbul Firuzağa, Beyoğlu Kamer Hatun, Beyoğlu Kalyoncukulluk, Beyoğlu Şahkulu, Büyükada Yalı Mahallesi, Büyükada Karanfil Sokak ve Heybeliada İsmet İnönü caddesinde bir çok taşınmazı bulunduğu, davacı vakfa ait yetimhanenin 1980’li yılların başında kapatılmakla birlikte bazı öğrencilere burs adı altında çeşitli yardımlar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, bir çok taşınmazı bulunduğu ve bazı öğrencilere burs verdiği anlaşılan davacı vakfın, yetimhanesinin kapatılması nedeniyle fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığı kabul edilemez. Dolayısıyla dava konusu işlemde bu yönden de hukuka uyarlık bulunmamaktadır…”

B. Uluslararası Hukuk

35. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol’ün “Mülkiyetin korunması kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”

36. AİHM’in Fener Rum Patrikliği/Türkiye (B. No: 14340/05, 15/6/2010) kararına konu olayda başvurucu 1902 yılında satın aldığı taşınmazı 1903 yılında Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfının kullanımına sunmuştur. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu uyarınca mülhak vakıf sayılan söz konusu vakıf Genel Müdürlüğün 22/1/1997 tarihli işlemiyle mazbut vakıf statüsüne alınmıştır. Vakfın bu işleme karşı idari yargıda açtığı dava reddedilmiştir. Genel Müdürlük 16/3/1999 tarihinde vakfı temsilen başvurucu aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Asliye hukuk mahkemesi talebi kabul ederek başvurucu adına olan tapuyu iptal etmek suretiyle taşınmazın vakıf adına tesciline karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 6-23). AİHM söz konusu olayda başvurucunun tapusunun iptal edilmesini mülkiyet hakkına bir müdahale olarak kabul etmiş ve tapunun tazminat ödenmeksizin iptal edilmesinin mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kıldığı sonucuna ulaşarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 83-92).

37. AİHM anılan kararda Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması hususunu saklı tutmuştur. Başvurucunun Sözleşme’nin 41. maddesi kapsamında yaptığı başvuruyu 15/6/2010 tarihinde karara bağlayan AİHM, somut olaydaki ihlalin giderimi için en uygun yolun taşınmazın iadesi olduğunu belirterek Hükûmetin tazminat ödenmesinin yeterli olacağı savını itibar edilebilir olarak görmemiştir. AİHM sonuçta giderim olarak taşınmazın başvurucu adına tescil edilmesine hükmetmiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 26-35).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

38. Anayasa Mahkemesinin 3/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

39. Başvurucu;

i. Vakfın Ermeni çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulduğunu ve tek mütevellisinin Patriklik olduğunu belirtmiştir. Vakfın cemaat vakfı niteliğinde olduğunda kuşku bulunmadığını ifade etmiştir.

ii. 5237 sayılı Kanun’la cemaat vakıflarının mülhak vakıflar arasından çıkarıldığını ve mal edinmelerinin önündeki hukuki engellerin kaldırıldığını vurgulamıştır. Nitekim Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararında cemaat vakıflarının mazbut vakıflar arasına alınamayacağının belirtildiğine işaret etmiştir.

iii. Vakfın hayra yönelik ve fiilî bir amacının kalmadığı gerekçesinin gerçeği yansıtmadığını savunmuş, Ermeni toplumuna ait okullarda toplam 3.000 öğrencinin eğitim ve öğretim gördüğünü, bu okulların maddi imkânsızlıklar nedeniyle sürekli bütçe açığı verdiğini iddia etmiştir.

iv. İl Özel İdaresi adına 1952 yılında yapılan tescilin herhangi bir mahkeme kararına dayanmaması sebebiyle 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1025. maddesi uyarınca yolsuz tescil hükmünde olduğunu belirtmiştir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli bozma kararında da İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna işaret edildiğini ifade etmiştir.

v. Vakfın statüsünün mazbut vakıf şeklinde değiştirilmesine ilişkin işlemin yok hükmünde olduğunu savunmuştur. Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye kararının bu görüşünü desteklediğini iddia etmiştir. Sonuç olarak mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

40. Bakanlık görüşünde; ihtilaf konusu taşınmazın 4/11/1987 tarihinde kesinleşen mahkeme kararıyla Genel Müdürlük adına tescil edildiği, dolayısıyla başvurunun zaman bakımından Anayasa Mahkemesinin yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca kayyım aracılığıyla yeni bir davanın açılmasının mümkün olduğu gözetildiğinde başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin tartışılması gerektiğini ifade etmiştir.

41. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı beyanında Genel Müdürlük adına yapılan tescilin yolsuz olduğunu, dolayısıyla mülkiyetin kaybedilmediğini ve başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olduğunu ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

42. Anayasa‘nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

43. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü taşınmazının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü şikâyetlerinin de mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Kişi Bakımından Yetki

44. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘un “Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar” kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir:

“(1) Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

(2) … Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir.”

45. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün (İçtüzük) “Başvurucunun temsili” kenar başlıklı 61. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

Bireysel başvuru, bizzat başvurucu, kanuni temsilcisi ya da avukatı tarafından yapılabilir. Avukat veya kanuni temsilci aracılığıyla yapılan başvurularda temsile dair yetki belgesinin sunulması zorunludur.

46. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

47. Buna göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bunlar, başvuruya konu edilen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden başvurucunun güncel bir hakkı nedeniyle kişisel olarak ve doğrudan etkilenmesidir. Bu çerçevede ortaya çıkan sonuç nedeniyle başvurucunun mağdur olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).

48. Kamu gücü işleminin mağduru olanın tüzel kişi olması hâlinde başvurunun tüzel kişinin kanuni temsilcisi tarafından yapılması gerekir. Kanuni temsilcinin kim olduğu söz konusu tüzel kişiliğin mahiyetini düzenleyen kanun veya kanunlara bakılarak tespit edilir.

49. Somut olayda bireysel başvuru, Vakfı temsilen Patriklik tarafından yapılmıştır. Vakfın mahiyeti taraflar arasında tartışmalı olsa da tüzel kişiliği haiz olduğu noktasında bir tereddüt bulunmamaktadır. Kamu otoriteleri ile başvurucu arasındaki ihtilaf Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğuna ilişkindir. Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğu meselesi işin esasıyla bağlantılı olduğu için Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunup bulunmadığı hususunun esasla birlikte değerlendirilmesi uygun görülmüştür.

b. Zaman Bakımından Yetki

50. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin de tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğini belirtmiştir.

51. Anayasa‘nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun’un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun’un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

52. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

“Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler.”

53. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun’un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

54. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

55. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğü girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toplanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012’den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

56. Somut olayda taşınmaz -önceki tarihlerde nam-ı müstear adına kayıtlı olsa da- 26/5/1929 tarihinde Kadastro Komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir. Bununla birlikte İl Özel İdaresinin Genel Müdürlüğe başvurusu üzerine taşınmaz, idari bir karara dayanılarak 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

57. 743 sayılı mülga Kanun’un 935. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1027. maddesi uyarınca ilgililerin yazılı rızaları olmadıkça tapu memuru tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir. Buna göre idari bir kararla tapu sicilindeki yanlışlıklar tashih edilemez. Nitekim Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığı, İl Özel İdaresinin tescil talebini uygun bulmayarak reddetmiştir. Ne var ki Genel Müdürlük bünyesindeki Tapu Komisyonu, İl Özel İdaresinin talebini kabul etmiş ve 15/8/1951 tarihli kararla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğunu tespit etmiştir. Tapu Komisyonunun anılan kararında Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığının kararının 743 sayılı mülga Kanun’a uygun olmadığı belirtilmiş ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir.

58. Tapu Komisyonu kararında sözü edilen 642. maddenin olayla ilgisinin kurulması mümkün görülmemiştir. Zira somut olayda ihraz ve işgal, intikal, istimlak, cebrî icra ve mahkeme ilamı gibi mülkiyetin tescilden önce kazanıldığı hâllerden birinin bulunmadığı açıktır. Bu durumda Tapu Komisyonu kararında tapu sicilinin idari yolla düzeltilmesinin kanuni dayanağıyla ilgili olarak yeterli bir açıklama yapıldığının kabulü mümkün görülmemiştir.

59. 743 sayılı mülga Kanun’un 935. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1027. maddesi de dikkate alındığında bu koşullarda 10/6/1952 tarihli tescilin kanuna uygun olmadığı ve dolayısıyla yolsuz olduğu ilk bakışta anlaşılabilecek niteliktedir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da tescilin yolsuz olduğu açıkça ifade edilmiştir. Karar düzeltme aşamasında Daire, bozma kararını kaldırmış ise de bu durum 10/6/1952 tarihli tescilin yolsuz olduğuyla ilgili görüşünü değiştirdiği anlamına gelmemektedir. Dairenin bozma kararını kaldırmasının sebebi Patrikliğin Vakfı temsilen dava açma yetkisinin bulunmadığı görüşünde olmasıdır.

60. Tescilin yolsuz olması hâlinde mülkiyetin intikalinin hukuka uygun olduğunun kabulü mümkün değildir. Nitekim 743 sayılı mülga Kanun’un 933. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu‘nun 1025. maddesinde bir ayni hakkın yolsuz olarak tescil edilmesi veya bir tescilin yolsuz olarak terkin olunması ya da değiştirilmesi hâlinde ayni hakkı zedelenen kimsenin tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebileceği belirtilmiştir. Anılan maddelerde yolsuz tescil nedeniyle açılacak davalarda herhangi bir süre sınırı da öngörülmemiştir.

61. Diğer taraftan Genel Müdürlüğün, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucunda taşınmaz Genel Müdürlük adına tescil edilmiş ise de -Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da ifade edildiği üzere- başvurucu anılan davanın tarafı olmadığından kararın başvurucu yönünden kesin hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Ayrıca kamu otoritesi olarak hareket eden ve tüm bu süreçlerden zaten haberdar olan Genel Müdürlüğün iyi niyetli üçüncü kişi olarak kabulü de olanaksızdır.

62. Sonuç olarak yolsuz ve hukuka açıkça aykırı olarak yapılan tescil nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkını kaybetmesi söz konusu olamayacağından başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı anlaşılmaktadır.

c. Diğer Kabul Edilebilir Şartları Yönünden

63. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden
a. Mülkün Varlığı

64. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa‘nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

65. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa‘nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

66. Somut olayda başvurucunun iadesini talep ettiği taşınmazın 26/5/1929 tarihinde başvurucu adına tescil edildiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna dair yukarıdaki açıklamalar da gözetildiğinde başvurucunun mevcut mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

67. Anayasa‘nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

68. Anayasa‘nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa’nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa’nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

69. Başvurucunun taşınmazı 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

70. Anayasa‘nın 13. maddesi şöyledir:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

71. Anayasa‘nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

72. Anayasa‘nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa’nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

73. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa’da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

74. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

75. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).

76. Somut olayda Vakıf adına mütevellisi Türkiye Ermeni Patrikliğinin açtığı tapu iptali ve tescil davası, Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Mahkeme Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasına ilişkin Genel Müdürlük işleminin idari yargı yerlerince iptal edilmedikçe veya Vakfın statüsüne ilişkin olarak yasal bir değişiklik yapılmadıkça davanın kabulünün mümkün olmadığını belirtmiştir. Kararı karar düzeltme aşamasında onayan Daire ise Vakfın mütevelliliğinin bir makama şart edilmiş olması sebebiyle cemaat vakfı olarak kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır. Daire Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasıyla Patrikliğin temsil yetkisinin sona erdiğini ve taraf sıfatının bulunmadığını kabul etmiştir. Daire bu gerekçeyle davanın reddinin hukuka uygun olduğunu ifade etmiştir.

77. Bu durumda davanın reddedilmesinin asıl sebebinin Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının düşünülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle vurgulanmalıdır ki bireysel başvuruya konu davanın asıl tarafı Vakıftır ve Patriklik onun temsilcisi mahiyetindedir. Ayrıca Vakfın hukuki varlığıyla ilgili bir ihtilaf bulunmamaktadır. Tartışma, Vakfın statüsü ve kim tarafından temsil edilebileceğiyle ilgilidir.

78. Tüzel kişiler kural olarak kanunlarda öngörülen temsil organları aracılığıyla dava açabilir, aleyhlerine açılan davalara cevap verebilir. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 3. maddesinde Osmanlı Dönemi’nde kurulan vakıflar; mülhak vakıf, mazbut vakıf ve cemaat vakfı şeklinde üçe ayrılmıştır. Anılan maddede cemaat vakıflarında vakfiyeye göre vakfı yönetmeye ve temsile yetkili kişinin vakıf yöneticisi olduğu belirtilmiştir. 5737 sayılı Kanun’un 6. maddesinde mazbut vakıfların Genel Müdürlük tarafından yönetileceği ve temsil edileceği, cemaat vakıflarının yöneticilerinin ise mensuplarınca kendi aralarından seçileceği hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere mazbut vakıflarda temsil yetkisi Genel Müdürlüğe ait iken cemaat vakıflarında bu yetki büyük ölçüde vakfiyeye ve mensuplarının seçimle ortaya çıkan iradesine göre belirlenmektedir. Şu hâlde somut olayda başvurucu Vakfın statüsü büyük önem taşımaktadır.

79. Vakıfların statüsünü tespit etmek kural olarak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bu mesele öncelikle derece mahkemelerinin değerlendireceği ve karara bağlayacağı bir husustur. Bununla birlikte somut olayda vakfın statüsünün tespiti mülkiyet hakkının kullanımı yönünden hayati önemi haiz olduğundan derece mahkemelerinin yaptığı değerlendirme ve ulaştıkları sonuçlar Anayasa Mahkemesince sıkı bir biçimde denetlenecektir.

80. 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesinin ilk hâlinde cemaat vakıfları mülhak vakıf kategorisinde sayılmıştır. 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten sonra cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasından çıkartılmıştır. Buna göre cemaat vakıfları bunlar tarafından seçilen kişi veya kişilerce idare edilir. 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesinde “kanunen veya filen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar” ile “mütevelliği bir makama şart edilmiş olan vakıflar”ın mazbut vakıf sayılacağı belirtilmiş ise de bunun cemaat vakıflarını kapsadığına dair açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Kuralda, cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinde olduğu açıkça düzenlenmişken Genel Müdürlüğün idari bir kararla bunların statüsünü değiştirme yetkisi olduğunun kabulü oldukça zorlama ve öngörülemez bir yorum olur.

81. Bununla birlikte 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesinde 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun’la yapılan değişikliğe dikkat çekmek gerekir. 5404 sayılı Kanun’la cemaat vakıfları mülhak vakıflardan ayrı bir kategori olarak düzenlenmiştir. Genel Müdürlüğün 8/11/1936 tarihli işlemiyle başvurucu Vakıf mazbut vakıf statüsüne alınmış ise de 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun’dan sonraki durumun ne olduğu Mahkeme ve -nihai kararda- Daire tarafından tartışılmış değildir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun yukarıda alıntılanan kararında vurgulandığı üzere 5404 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten sonra ayrı bir kategori olarak kabul edilen cemaat vakıflarının Genel Müdürlük tarafından değil mensuplarının seçtiği kişi veya kurullar tarafından yönetilmesi öngörülmüştür. Kararda, değişikliğin gerekçesine de atıfta bulunularak 2762 sayılı Kanun’un 1926 yılı öncesinde mevcut olan vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Genel Müdürlükçe idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

82. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun anılan kararı başvurucu tarafından derece mahkemelerinin bilgisine sunulmuş ancak anılan mahkemelerce bu kararla ilgili olarak herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Daire 13/12/2017 tarihli kararıyla ilk derece mahkemesi kararını bozarken 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 2. maddesiyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf statüsünden çıkarıldığını ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsendiğini belirtmiş; Genel Müdürlüğün Vakfı mazbut vakıf statüsüne alan işlemine ise hukuksal değer atfetmemiştir. Bozma kararında Vakfın cemaat vakfı mahiyetinde olduğu açıkça kabul edilmiştir. Buna karşılık karar düzeltme aşamasında Daire bu görüşünden dönerek Vakfın mazbut vakıf statüsünde olduğu kanaatine varmıştır. Daire, bu görüşüyle bağlantılı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin ve vakıf adına talepte bulunma hakkının bulunmadığına karar vermiştir.

83. Belirtmek gerekir ki Dairenin bu kabulü kanunun lafzından çıkarılması mümkün olmayan, oldukça genişletici ve öngörülemez bir yoruma dayanmaktadır. 743 sayılı mülga Kanun’un kabul edildiği 1926 yılından sonra yürürlüğe giren konuyla ilgili tüm mevzuatta cemaat vakıfları mazbut vakıflardan ayrı bir kategori olarak kabul edilmiştir. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1935 yılı ile 5404 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1949 yılı arasındaki dönemde cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasında sayılsa da bunlar hiçbir dönemde mazbut vakıf olarak kabul edilmemiştir. Öte yandan bir an için Genel Müdürlüğün 1936 tarihli işleminin tartışılmaya açılamayacağı kabul edilse bile 1949 ve sonrası dönemde cemaat vakıfları lehine yapılan çok sayıda yasal değişikliğe karşın bu Vakfın statüsünün hâlen mazbut vakıf olarak devam ettiğinin düşünülmesi de oldukça daraltıcı bir yorum olur.

84. Hak ve özgürlükleri sınırlandıran hükümlerin kamu makamlarınca geniş yorumlanması bireyler açısından öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Türk anayasal sisteminde hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı düzenleme yapma yetkisi yasama organına aittir. Hak ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir kanunun kapsamını genişletici yorum ve uygulamalar kanun koyucunun getirmediği bir sınırlandırmanın idari ve yargısal makamlarca ihdas edilmesi sonucunu doğurabilir. Demokrasilerde hangi hakkın ne ölçüde sınırlanacağına bürokrasi veya yargı değil yasama organları karar verir. Bu açıdan hak ve özgürlükleri sınırlandıran kurallara ilişkin yorum ve uygulamaların kuralın kapsamını genişletici nitelikte olmaması ve öngörülebilir sınırlar içinde kalması önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle derece mahkemelerinin hak ve özgürlükleri sınırlayıcı kuralların kapsamının geniş yorumlanması hususunda oldukça ihtiyatlı davranması gerekir. Aksi durum keyfî uygulamaların yaygınlaşmasına ve bireylerin kamu otoritelerine karşı güvencesiz bir konuma düşmesine yol açar (bazı farklarla birlikte bkz. M.B. [GK], B. No: 2018/37392, 23/7/2020, § 104).

85. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde Vakfın mazbut vakıf olarak kabulünün ve buna bağlı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının değerlendirilmesinin kanun hükümlerinin öngörülebilir olmayan genişletici yorumuna dayandığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılmıştır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

86. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

87. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

88. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

89. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

90. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

91. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

92. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

93. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

94. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İşin esası incelendikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2011/682, K.2014/324) GÖNDERİLMESİNE,

D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 3/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

ANAYASA MAHKEMESİ BİREYSEL BAŞVURU

SURP GAZAR ERMENİ KATOLİK MİHİTARYAN MİHİTARİST MEKTEBİ VAKFI BAŞVURUSU

Başvuru Numarası: 2019/17098 Karar Tarihi: 16/11/2022

BİRİNCİ BÖLÜM – KARAR

Başkan: Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler: Recai AKYEL, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN, Muhterem İNCE

Raportör: Ayhan KILIÇ

Başvurucu: Surp Gazar Ermeni Katolik Mihitaryan Mihitarist Mektebi Vakfı

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfına ait taşınmazın iadesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 21/5/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

5. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

6. İstanbul’un Şişli ilçesi Cumhuriyet Mahallesi’nde kâin 143 pafta 998 ada 11 parsel numaralı ve 1.113,50 m² ölçekli taşınmaz T.E.A. tarafından 4/6/1958 tarihinde başvurucuya satılarak başvurucu adına tescil edilmiştir. Taşınmazın üzerinde dört katlı bir yapı mevcut olup okul binası olarak kullanılmak üzere inşa edilmiştir.

7. T.E.A. tarafından noter aracılığıyla düzenlenen 1/12/1958 tarihli vasiyetnamede ise başvurucunun tüm mal varlığı -büyük ölçüde- Ankara’nın Ayaş ilçesinde hastane, okul, yol, çeşme ve cami gibi kasabanın en çok muhtaç olduğu tesise sarf edilmek üzere bağışlanmıştır. T.E.A. 1962 yılında vefat etmiştir.

8. Vakıflar (Başmüdürlüğü) Genel Müdürlüğü tarafından 13/9/1979 tarihinde İstanbul Şişli 2. Asliye Hukuk Hâkimliğinde (Asliye Hukuk Hâkimliği) başvurucu aleyhine tapu iptali ve tescil davası açılmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın 1936 Beyannamesi’nde yer almaması sebebiyle Vakfın başvurucunun mülkiyetine geçmesinin hukuken mümkün bulunmadığı belirtilmiştir. Asliye Hukuk Hâkimliğince 17/2/1984 tarihinde dava kabul edilerek başvurucu adına olan tapu iptal edilerek eski kaydın ihyasına karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucu tarafından verilen 1936 Beyannamesi’nde Vakfın taşınmaz satın alabileceğine ilişkin bir açıklama yer almadığından taşınmaz satın alma yetkisinin bulunmadığı, bu sebeple başvurucu adına yapılan tescilin yolsuz olduğu belirtilmiştir. Karar Yargıtay tarafından onanarak 24/10/1985 tarihinde kesinleşmiştir.

9. Anılan karardan sonra ihtilaf konusu taşınmazın 6/8 payı Ayaş Belediyesi, 2/8 payı ise T.E.A’nın kardeşleri H.H.A. ve H.S.A. adına 1/12/1958 tarihli vasiyetname uyarınca kaydedilmiştir. H.H.A. ve H.S.A. kendi paylarını 10/2/1987 tarihinde M. Anonim Şirketine, söz konusu Şirket de bu hisseleri 16/7/1999 tarihinde Şipa Anonim Şirketine satmıştır.

10. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi’nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alındığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi uyarınca taşınmazın iadesi istemiyle 24/2/2009 tarihinde yaptığı başvuru Vakıflar Genel Müdürlüğünce 28/12/2009 tarihinde, taşınmazın anılan madde kapsamında bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

11. Başvurucu 13/5/2011 tarihinde İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesinde Ayaş Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, taşınmazın 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi uyarınca iadesinin koşullarının oluştuğunu belirtmiştir.

12. Bu arada 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 17. maddesiyle 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘na eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıfları tarafından satın alındığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür. Başvurucu 4/1/2012 tarihinde bu madde kapsamında da iade başvurusunda bulunmuş, Vakıflar Genel Müdürlüğü 2/5/2012 tarihinde bu talebi de reddetmiştir. Ret gerekçesinde, taşınmazın vasiyetname yoluyla Ayaş Belediyesine ve diğer mirasçılara intikal etmesi sebebiyle iade imkânı kapsamında bulunmadığı vurgulanmıştır.

13. Davalı Ayaş Belediyesinin savunma yazısında, Vakıflar Genel Müdürlüğünün ret işlemine karşı idari yargıda dava açılması gerektiği belirtilmiş; ayrıca başvurucunun 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 11. maddesi uyarınca tazminat talebinde de bulunabileceği ifade edilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğünün savunma yazısında ise 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi kapsamındaki iade hakkının koşullarının oluşmadığı iddia edilmiştir.

14. Asliye Hukuk Mahkemesi 1/11/2012 tarihinde davayı kabul etmiş, taşınmazın Ayaş Belediyesi adına kayıtlı olan 6/8 hissesinin başvurucu adına tesciline hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde; taşınmazın 1/12/1958 tarihli vasiyetnameden önce satıldığı tespiti yapılmıştır. Kararda; başvurucunun ödediği bedelin başvurucuya ödenmediği vurgulanarak yasal değişiklik sonrası da taşınmazın başvurucuya iade edilmesinin önünde bir engelin kalmadığı, bu sebeple Ayaş Belediyesi adına kayıtlı hissenin başvurucu adına tesciline karar verilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

15. Ayaş Belediyesi bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi (Yargıtay) 18/3/2014 tarihinde Asliye Hukuk Mahkemesi kararını bozmuştur. Bozma gerekçesinde, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi uyarınca taşınmazın iade edilebilmesi için hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kayıtlı olması şartının arandığı belirtilmiş; taşınmazın 6/8 hissesinin Ayaş Belediyesi adına kayıtlı bulunması sebebiyle anılan madde kapsamında iade koşullarının oluşmadığı ifade edilmiştir. Kararda ayrıca 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesinde aranan 1936 Beyannamesi’nde kayıtlı olma koşulunun da gerçekleşmediği vurgulanmıştır. Kararda son olarak başvurucunun bedelden kaynaklanan bir hakkının bulunması hâlinde bunun ayrı bir davaya konu yapabileceği açıklanmıştır.

16. Bozma kararına uyan Asliye Hukuk Mahkemesi, Yargıtay kararındaki gerekçeye atıfla 28/4/2015 tarihinde davayı reddetmiştir.

17. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde başvurucu; taşınmazın vasiyetnamenin düzenlenmesinden önce satın alınmış olması sebebiyle vasiyetname kapsamında kabul edilemeyeceğini, dolayısıyla Ayaş Belediyesi adına yapılan tescilin hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Yargıtay 4/12/2018 tarihinde, kararın usul veya yasaya uygun olduğunu ifade ederek kararı onamıştır. Karar düzeltme istemi de 4/4/2019 tarihinde reddedilmiştir. Nihai karar 30/4/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

18. 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

“Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.”

19. 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu’nun geçici 1. maddesi şöyledir:

A- Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.

B- Yukarki fıkra mucibince beyanname vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.

C- Birinci fıkrada yazılı müddet içinde beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa mütevellilikten derhal azlolunurlar.

Ç- Vakıflar idaresine verilecek beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen masraflar tasdik edilmiş sayılır.

D- Beyannameler muhteviyatının vesika ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.

E- Bu kanun hükümleri yürümeğe başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik olunur.”

20. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“Bu Kanunun uygulanmasında; …

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

ifade eder.”

21. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi şöyledir:

“Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır.”

22. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu’nu kabul etmiş ancak anılan Kanun’un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun, 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi tıpatıp aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

“Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır.”

23. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘na 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir.”

24. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

“Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır.”

25. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, B. No: 2015/17576, 1/2/2017, §§ 12-24.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Anayasa Mahkemesinin 16/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

27. Başvurucu, okul olarak kullanılan ve 1936 Beyannamesi’nde beyan edilen binanın yanması sebebiyle Ermeni cemaati mensubu çocukların ilkokul eğitimlerine tahsis edilmek üzere ihtilaf konusu taşınmazın 4/6/1958 tarihinde T.E.A.dan İstanbul Valiliğinin izniyle satın alındığını ve ilkokul olarak kullanıldığını belirtmiştir. T.E.A.nın 1/12/1958 tarihli vasiyetnamesinin ihtilaf konusu taşınmazı kapsamadığını vurgulayan başvurucu, Yargıtayın 1974 tarihli içtihadı sebebiyle taşınmazının mülkiyetini bedelsiz olarak yitirdiğinden yakınmıştır. Başvurucu 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 11. maddesinde üçüncü kişilerin mülkiyetine geçen taşınmazların rayiç bedelinin ödeneceğinin hükme bağlandığına işaret etmiş, Ayaş Belediyesi ile Şişli Belediyesinin üçüncü kişi sayılamayacağını savunmuş, bu sebeple taşınmazın iadesi gerektiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca taşınmazın Ayaş Belediyesi adına tescil edilmesinin ulusal hukuka bile aykırı olduğunu, bu sebeple mülkiyetin kaybı biçimindeki müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığını iddia etmiştir. Başvurucu sonuç olarak taşınmazın mülkiyetinden yoksun kalması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini öne sürmüştür.

28. Başvurucu; taşınmazın mülkiyetini yitirmesi sebebiyle Lozan Antlaşması’nın, ayrımcılık yasağının, eğitim hakkının ve adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

29. Bakanlık görüşünde, başvurucuya ait tapunun iptaline ilişkin nihai kararın 24/10/1985 tarihinde kesinleştiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık görüşünde ayrıca başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun Vakıflar Genel Müdürlüğüne reddine ilişkin işleme karşı iptal davası açmadığı, ayrıca bedele ilişkin olarak da ayrı bir dava açmadığı dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bakanlık, başvurucunun mevcut mülkünün veya mülk edineceğine dair meşru bir beklentisinin bulunmadığını ileri sürmüştür.

30. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında 24/10/1985 tarihindeki mülkiyet kaybının hukuka aykırı olduğunu belirtmiş; 5737 sayılı Vakıflar Kanunu kapsamında açtığı davanın 2014 yılında kesinleşmesi sebebiyle başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında bulunduğunu ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

31. Anayasa‘nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

32. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, satın aldığı ancak tapusu iptal edilerek kısmen belediye adına tescil edilen taşınmaz hissesinin iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Zaman Bakımından Yetki

33. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.

34. Anayasa‘nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun’un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun’un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

35. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

“Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler.”

36. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun’un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

37. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

38. Başvuru konusu taşınmazın tapu kaydı Asliye Hukuk Hâkimliğinin 24/10/1985 tarihinde kesinleşen kararıyla iptal edilmiştir. Taşınmazın mülkiyetinin 24/10/1985 tarihinde kaybedildiği açıktır.

39. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016, §§ 96-119) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır. Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklinde müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012’den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

40. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi’nden sonra cemaat vakıflarınca satın alındığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlük adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun’un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıfları tarafından satın alındığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

41. Bireysel başvuruya konu taşınmazın T.E.A. tarafından 4/6/1958 başvurucuya satılarak başvurucu adına tescil edildiği sabittir. Öte yandan başvurucu adına olan tapu kaydının 24/10/1985 tarihinde kesinleşen mahkeme kararıyla, cemaat vakıflarının mal edinemeyeceği gerekçesiyle iptal edildiği hususunda da tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla yüzeysel bir değerlendirmeyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazın iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddeye istinaden açtığı davanın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

42. Taşınmazın hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına kayıtlı olmaması dolayısıyla 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi kapsamına girmediği kamu makamlarınca değerlendirilmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

43. Bakanlık; başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 11. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle dava açmaması, ayrıca bedele yönelik olarak da ayrı bir dava açmaması sebebiyle başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

44. Anayasa‘nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

45. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: P, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

46. Somut olayda Asliye Hukuk Mahkemesi ve Yargıtay başvurucunun 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesi kapsamındaki talebinin esasını incelemiş ve davayı esastan reddetmiştir. Yargı mercileri başvurucunun öncelikle Vakıflar Genel Müdürlüğü işlemine karşı idari yargıda dava açması gerektiği temelinde davayı reddetmemiştir. Bu durumda başvuru yollarının tüketilmediği sonucuna ulaşılabilmesi için elde hiçbir gerekçe bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun eldeki bireysel başvuruya konu şikâyeti taşınmazın iade edilmemesine yöneliktir. Tazminat davasında taşınmazın iadesine hükmedilemeyeceğinden söz konusu davanın iade talebi yönünden etkili bir yol olmadığı açıktır. Bu itibarla başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.

c. Sonuç Olarak

47. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden
a. Mülkün Varlığı

48. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa‘nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31). Somut olaydaki taşınmaz T.E.A. tarafından 4/6/1958 tarihinde başvurucuya satılarak başvurucu adına tapuya tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

49. Anayasa‘nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa’nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa’nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58).

50. Başvuru konusu taşınmazın başvurucu adına olan tapu kaydı iptal edilerek önceki malik adına olan kayıt ihya edilmiş, ardından 1/12/1958 tarihli vasiyetname dikkate alınarak taşınmazın 6/8 hissesi Ayaş Belediyesi adına tescil edilmiştir. Başvurucunun tapusunun iptal edilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir. Niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

51. Anayasa‘nın 13. maddesi şöyledir:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

52. Anayasa‘nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

53. Anayasa‘nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa’nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

54. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

55. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; AYM, E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; AYM, E.2010/80, K.2011/178, 29/12/2011).

56. Başvurucunun 4/6/1958 tarihinde satın aldığı taşınmazın tapu kaydı, Asliye Hukuk Hâkimliğinin 17/2/1984 tarihli kararıyla iptal edilmiş ve bu kararın 24/10/1985 tarihinde kesinleşmesiyle beraber önceki malik adına olan tapu kaydı ihya edilmiş, akabinde taşınmazın 6/8 hissesi Ayaş Belediyesi adına tescil edilmiştir. Asliye Hukuk Hâkimliği kararında 1936 Beyannamesi’nde taşınmaz satın alabileceği konusunda açıklama bulunmayan cemaat vakfının satın alma yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olduğu gerekçesine dayanılmıştır.

57. Başvurucu 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. maddesinin 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra taşınmazın iadesi için 24/2/2009 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğüne yaptığı başvurunun reddi üzerine Ayaş Belediyesi aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Asliye Hukuk Mahkemesi, Ayaş Belediyesi lehine bağış içeren vasiyetnamenin satış işleminden sonra düzenlendiğine ve başvurucunun mal edinmesinin önündeki engelin ortadan kaldırıldığına vurgu yaparak Ayaş Belediyesi adına olan tapu kaydının iptal edilerek başvurucu adına tesciline hükmetmiştir. Ancak Yargıtay, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi uyarınca taşınmazın iade edilebilmesi için hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kayıtlı olması şartının arandığını belirterek Ayaş Belediyesi adına kayıtlı olan hisselerin anılan madde kapsamında olmadığı sonucuna varmıştır. Yargıtay ayrıca 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesinde aranan 1936 Beyannamesi’nde kayıtlı olma koşulunun da gerçekleşmediğini vurgulamıştır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin öncelikle çözmesi gereken mesele taşınmazın tapuda Ayaş Belediyesi adına kayıtlı olması sebebiyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamına girmediği yorumunun kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığıdır.

58. Somut olaydaki taşınmazın başvurucu tarafından 4/6/1958 tarihinde satın alındığı tartışmasızdır. Öte yandan bu taşınmazın tapu kaydının iptal edilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (satın alma yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtay’ı başvurucunun durumunun 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. ve 11. maddelerinin kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun taşınmazın hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki bir kurum adına tescilli bulunması olduğu anlaşılmıştır.

59. 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun’un 44. maddesinde de vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi gereği düzenlenmiştir. Uygulamada “1936 Beyannamesi” olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, § 36).

60. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu, vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları) (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, § 39).

61. HGK’nın 8/5/1974 tarihli kararı üzerine, bu karardan önce taşınmaz satın alan ya da bağış kabul eden cemaat vakıflarının satın aldıkları ya da bağışlama yoluyla iktisap ettikleri taşınmazların tapu kayıtları iptal edilerek anılan taşınmazların büyük çoğunluğu Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü veya diğer kamu kurumları adına bedelsiz olarak tescil edilmiştir. 1936 Beyannamesi’nde mal satın alabilecekleri veya bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan cemaat vakıflarının taşınmaz satın alma veya taşınmaz bağışı kabul etme yetkilerinin bulunmadığının kabul edildiği HGK kararının bu karardan önce gerçekleşen satın alma ve bağış kabul etme işlemlerine uygulanarak bunların geçersiz kabul edilmesinin hukuk devletinin bir gereği olan öngörülebilirlik ve hukuk güvenliği ilkeleriyle bağdaştırılması zordur.

62. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007). AİHM Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye kararında, birini 1952 yılında bağış yoluyla, diğerini ise 1958 satın alma suretiyle olmak üzere iki taşınmazı mülk edinen cemaat vakfının sözü edilen taşınmazlara ilişkin tapularının 1974 tarihli içtihat dikkate alınarak 1996 yılında iptal edilmesinin öngörülebilir olmadığını, dolasıyla vakfın mülkünden yoksun bırakılmasının kanuni temelinin bulunmadığını tespit etmiştir (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, §§ 50-60).

63. Kanun koyucu HGK’nın 1974 tarihli kararının yol açtığı hak ihlallerinin telafi edilmesi amacıyla 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. ve 11. maddelerini ihdas etmiştir. Bahsedilen geçici 7. maddeyle cemaat vakıfları tarafından satın alındığı veya bunlar lehine vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde HGK’nın 1974 tarihli içtihadı sebebiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Ancak üçüncü kişilere devredilen taşınmazlar yönünden bunun yetersiz kalacağının anlaşılması üzerine geçici 11. madde ihdas edilmiştir. Geçici 11. maddenin ikinci fıkrasında, az önce belirtilen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

64. Somut olayda Yargıtay her iki madde yönünden de değerlendirme yapmış ve taşınmazın hiçbir zaman Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilmediğini gözeterek iki madde yönünden iade koşullarının gerçekleşmediği kanaatine varmıştır. Yargıtayın Asliye Hukuk Mahkemesinin 24/10/1985 tarihinde kesinleşen iptal kararından sonra önceki malikin (T.E.A’nın) tapu kaydının ihya edilmiş olmasından ve T.E.A. tarafından düzenlenen 1/12/1958 tarihli vasiyetname gereğince taşınmazın 6/8 hissesinin Ayaş Belediyesine intikal ettiği kabulünden hareket ettiği anlaşılmaktadır.

65. Bu noktada vasiyetnamenin satış tarihinden sonra düzenlendiği not edilmelidir. Dolayısıyla T.E.A’nın vasiyet iradesinin ihtilaf konusu taşınmazı kapsamadığını kabul eden Asliye Hukuk Mahkemesinin değerlendirmesinin keyfî ve temelsiz olmadığı ifade edilmelidir. Öte yandan anılan geçici 7. ve 11. maddelerin ihdasındaki temel amacın HGK’nın öngörülebilirlik ilkesini zedeleyen 1974 tarihli içtihadının etkilerinin ortadan kaldırılması olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Başvurucunun 4/6/1958 tarihli satın alma işleminin geçersiz olduğu kabulü üzerinden değerlendirme yapılması kanun koyucunun 7. ve 11. maddelerin ihdasındaki amaçla çelişki oluşturur. Bu durumda vasiyetnamenin ihtilaf konusu taşınmazı kapsamadığı hususu da gözetildiğinde Ayaş Belediyesi adına yapılan tescilin kanuni temelden yoksun olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

66. Ayrıca taşınmazın 6/8 hissesinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına değil Ayaş Belediyesi adına tapuya tescil edildiğinden hareketle iade koşullarının oluşmadığının değerlendirilmesi yukarıda belirtilen hukuksal vakıaların göz ardı edilmesi sonucunu doğurduğundan öngörülebilir ve makul bir yorum olarak kabul edilemez. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 11. maddesinde taşınmazın iadesi yerine kaim olan tazminat imkânının sadece taşınmazın üçüncü kişilere devredilmiş olması hâline münhasır kılınması anlamsız bir düzenleme değildir. Sözü edilen düzenlemede üçüncü kişilerden kastedilenin özel hukuk kişileri olduğu noktasında tereddüt yoktur. Kamu otoritelerinin üçüncü kişi olarak görülmesi mantık kurallarıyla uyuşan bir yorum olarak görülemez. Kanun koyucu süreç içinde özel hukuk kişilerinin mülkiyetine geçen taşınmazların iadesinin bu kişiler yönünden mağduriyetlere yol açabileceğini değerlendirerek bu taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi yerine cemaat vakıflarına tazminat ödenmesi imkânı getirmiştir. Dolayısıyla 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinde düzenlenen iade imkânının taşınmazın henüz özel hukuk kişilerinin mülkiyetine geçmediği her durumu kapsadığı kabulü dışındaki yorumların öngörülebilirlik kriterini karşıladığı söylenemeyecektir.

67. Sonuç olarak başvurucu tarafından Ayaş Belediyesi aleyhine açılan davanın reddedilmesinin 5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun geçici 7. ve 11. maddeleri hükümlerinin öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

68. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

69. Başvurucu; ihlalin tespiti, taşınmazın iadesi ve tazminat talebinde bulunmuştur.

70. Başvuruda tespit edilen hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

71. Öte yandan ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/113, K.2015/174) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 16/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde herhangi bir mağduriyete veya hak kaybına uğramamak için gerekli başvuruların zamanında ve usulüne uygun yapılması büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Alanında yetkin Kayseri Avukat kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Büromuz, savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde taraflara hukuki yardım sunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru yapmak ve süreci takip etmek için bir avukat arıyorsanız 15 yılı aşkın deneyimi ile avukat kadromuzdan dava süreci, hukuki statünüz, haklarınız ile başvuru ücret ve masrafları konusunda ön bilgi alabilir; detaylı bilgi ve tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilir veya yüz yüze görüşmek için Zülküf Arslan Hukuk Büromuzu ziyaret edebilirsiniz.