Kamu Görevlisinin Resmi Belgede Sahteciliği Suçu
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu
Resmi belgede sahtecilik – Madde 204
(1) Bir resmi belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren veya sahte resmi belgeyi kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Resmi belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan belge niteliğinde olması halinde, verilecek ceza yarısı oranında artırılır.
Madde Gerekçesi
Maddede, resmî belgede sahtecilik suçu tanımlanmıştır. Suçun konusu resmî belgedir. Belge, eski dilimizdeki “evrak” kelimesi karşılığında kullanılmakta olup, yazılı kâğıt anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, yazılı kâğıt niteliğinde olmayan şey, ispat kuvveti ne olursa olsun, belge niteliği taşımamaktadır.
Kâğıt üzerindeki yazının, anlaşılabilir bir içeriğe sahip olması ve ayrıca, bir irade beyanını ihtiva etmesi gerekir.
Bu yazının belli bir kişiye veya kişilere izafe edilebilir olması gerekir. Ancak, bu kişilerin gerçekten mevcut kişiler olması gerekmez. Bu itibarla, gerçek veya hayalî belli bir kişiye izafe edilemeyen yazılı kâğıt, belge niteliği taşımaz. Kâğıt üzerindeki yazının belli bir kişiye izafe edilebilmesi için, bu kişinin ad ve soyadının kâğıda eksiksiz bir şekilde yazılması ve kâğıdın bu kişi tarafından imzalanmış olması şart değildir.
Ancak, bazı belgeler (örneğin poliçe gibi kambiyo senetleri) açısından, belge üzerinde kişinin kendi el yazısı ile imzasının atılmış olması gerekir. Zira, imza, ilgili kambiyo senedinin zorunlu şekil şartını (kurucu bir unsurunu) oluşturmaktadır.
Bir kişinin, düzenlediği belgeye başkasının adını yazması ve belgeyi imzalaması durumunda da bir belge vardır; ancak, bu belge sahtedir. Belge altında adı yazılan ve adına imza konulan kişi, gerçek veya hayali bir kişi olabilir. Bunun, belgenin varlığına bir etkisi bulunmamaktadır.
Bir belgeden söz edebilmek için, kâğıt üzerindeki yazının içeriğinin hukukî bir kıymet taşıması, hukukî bir hüküm ifade eylemesi, hukukî bir sonuç doğurmaya elverişli olması gerekir.
Resmî belge, bir kamu görevlisi tarafından görevi gereği olarak düzenlenen yazıyı ifade etmektedir. Bu itibarla, düzenlenen belge ile, kamu görevlisinin ifa ettiği görev arasında bir irtibatın bulunması gerekir. Bu itibarla, bir kamu kurumu ile akdedilen sözleşme dolayısıyla özel hukuk hükümlerinin uygulama kabiliyetinin olması hâlinde dahi, resmî belge vardır. Çünkü sözleşme, kamu kurumu adına kamu görevlisi tarafından imzalanmaktadır.
Ayrıca belirtilmelidir ki, her ne kadar, belgeden söz edilen durumlarda yazılı bir kâğıdın varlığı gerekli ise de; bazı durumlarda belgenin varlığını kabul için, yazının kâğıt üzerinde bulunması gerekmez. Bir metal levha üzerine yazı yazılması hâlinde de belgenin varlığını kabul etmek gerekir. Bu itibarla, araç plakaları da resmî belge olarak kabul edilmek gerekir.
Söz konusu suç, seçimlik hareketli bir suç olarak tanımlanmıştır.
Birinci seçimlik hareket, resmî belgeyi sahte olarak düzenlemektir. Bu seçimlik hareketle, resmî belge esasında mevcut olmadığı hâlde, mevcutmuş gibi sahte olarak üretilmektedir.
Sahtelikten söz edebilmek için, düzenlenen belgenin gerçek bir belge olduğu konusunda kişiyi yanıltıcı nitelikte olması gerekir. Başka bir deyişle, sahteliğin beş duyuyla anlaşılabilir olmaması gerekir. Özel bir incelemeye tâbi tutulmadıkça gerçek olmadığı anlaşılamayan belge, sahte belge olarak kabul edilmek gerekir.
İkinci seçimlik hareket, gerçek bir resmî belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştirmektir. Bu seçimlik hareketle, esasında mevcut olan resmî belge üzerinde silmek veya ilaveler yapmak suretiyle değişiklik yapılmaktadır. Mevcut olan resmî belge üzerinde sahtecilikten söz edebilmek için, yapılan değişikliğin aldatıcı nitelikte olması gerekir. Aksi takdirde, resmî belgeyi bozmak suçu oluşur.
Birinci ve ikinci seçimlik hareketle bağlantılı olarak belirtilmek gerekir ki; sahteciliğin, belgenin üzerindeki bilgilerin bir kısmına veya tamamına ilişkin olmasının, suçun oluşması açısından bir önemi bulunmamaktadır.
Üçüncü seçimlik hareket ise, sahte resmî belgeyi kullanmaktır. Kullanılan sahte belgenin kişinin kendisi veya başkası tarafından düzenlenmiş olmasının bir önemi yoktur.
Maddenin ikinci fıkrasında, resmî belgede sahtecilik suçunun kamu görevlisi tarafından işlenmesi ayrı bir suç olarak tanımlanmaktadır. Birinci fıkrada tanımlanan suçtan farklı olarak, bu suçun kamu görevlisi tarafından işlenmesinin yanı sıra, suçun konusunu oluşturan belgenin kamu görevlisinin görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmî bir belge olması gerekir. Bu bakımdan, resmî belgede sahteciliğin kamu görevlisi tarafından yapılmasına rağmen, düzenlenen sahte resmî belgenin kamu görevlisinin görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu bir belge olmaması hâlinde, bu fıkra hükmü uygulanamaz.
Söz konusu suçu oluşturan hareketler, birinci fıkrada tanımlanan suçu oluşturan seçimlik hareketlerden ibarettir. Ancak, bu bağlamda özellikle belirtilmelidir ki, kamu görevlisinin gerçeğe aykırı olarak bir olayı kendi huzurunda gerçekleşmiş gibi, bir beyanı kendi huzurunda yapılmış gibi göstererek belge düzenlemesi hâlinde, bu fıkra hükmünde tanımlanan suç oluşur.
Maddenin üçüncü fıkrasında, resmî belgede sahtecilik suçunun konu bakımından nitelikli unsuru belirlenmiştir. Buna göre, suçun konusunu oluşturan resmî belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan belge niteliğinde olması hâlinde, cezanın belirlenen oranda artırılması gerekir. Bu hüküm, belgelerde sahtecilik suçları ile delil teorisi arasındaki ilişki göz önüne alınarak, daha üstün ispat gücüne sahip belgeyi daha fazla korumak ihtiyacını karşılamaktadır. Ancak, değişik yorumlara son vermek maksadıyla bir belgenin böyle bir güce sahip olup olmadığının saptanması için kanunlarda bu hususu belirten bir hüküm bulunması gerekli sayılmıştır.
Görevi kötüye kullanma – Madde 257
(1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Madde Gerekçesi
Bir kamu göreviyle görevlendirilen kişi, bu kamu faaliyetinin yürütülmesi sırasında, görevinin gerekli kıldığı yükümlülüklere uygun hareket etmek zorundadırlar. Öyle ki; kamu faaliyetlerinin gerek eşitlik gerek liyakatlilik açısından adalet ilkelerine uygun yürütüldüğü hususunda toplumda hâkim olan güvenin, inancın sarsılmaması gerekir.
Bu yükümlülükle bağdaşmayan davranışlar, belli koşullar altında suç olarak tanımlanmıştır. Görevi kötüye kullanma suçu, bu bakımdan genel, tali ve tamamlayıcı bir suç olarak tanımlanmıştır.
Görevi kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için, gerçekleştirilen fiilin, kamu görevlisinin görevi alanına giren bir hususla ilgili olması gerekir.
Kamu görevinin gereklerine aykırı olan her fiili cezai yaptırım altına almak, suç ve ceza siyasetinin esaslarıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, görevin gereklerine aykırı davranışın belli koşulları taşıması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçunun oluşturabileceği kabul edilmiştir. Buna göre, kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin mağduriyetiyle sonuçlanmış olması veya kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir.
Görevin gereklerine aykırı davranışın, kişinin mağduriyetine neden olması gerekir. Bu mağduriyet, sadece ekonomik bakımdan uğranılan zararı ifade etmez. Mağduriyet kavramı, zarar kavramından daha geniş bir anlama sahiptir. Örneğin kişi, tabi tutulduğu sınavda başarılı olmasına rağmen, başarısız gösterilmiş olabilir. Bir imar planı uygulamasında, belli bir parsel, sahibine duyulan husumet dolayısıyla, plan tekniğine aykırı olarak, yeşil alan olarak gösterilmiş olabilir. Kişinin, kamusal bir finans kaynağından yararlanması için gerekli şartları taşıdığı hâlde, yararlanması engellenmiş olabilir. Kişinin, belli bir sınai veya ticari faaliyetle ilgili olarak gerekli izin koşullarını taşıdığı hâlde, bu faaliyeti engellenmiş olabilir.
Haklı olan işin görülmesinden sonra kişilerden yarar sağlanması da, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturur. Çünkü, bu yarar, kamu görevlisi sıfatını taşıması ve işi görmüş olması dolayısıyla kişiye sağlanmaktadır. Bu gibi durumlarda, kişiler hakkının teslim edilmesi konusunda en azından bir kaygıyla hareket etmektedirler. Kamu görevlisine yarar sağlanması görünüşte rızaya dayalı olsa bile; kamusal görevlerin eşitlik ve liyakat esasına göre yürütüldüğü hususunda taşınan kaygı dolayısıyla, burada da bir mağduriyetin varlığını kabul etmek gerekir.
Görevin gereklerine aykırı davranış dolayısıyla, kamu açısından bir zarar meydana gelmiş olabilir. Örneğin orman alanında veya kamu arazisinin işgaliyle yapılan işyeri veya konutlara elektrik, su, gaz, telefon ve yol gibi alt yapı hizmetleri götürülmekle, görevin gereklerine aykırı davranılmış olabilir.
Görevin gereklerine aykırı davranmak suretiyle kişilere haksız bir kazanç sağlanmış olabilir. Örneğin kişi, kamusal bir finans kaynağından yararlanması için gerekli şartları taşımadığı hâlde, yararlandırılmış olabilir. Kişiye, belli bir sınai veya ticari faaliyetle ilgili olarak gerekli izin koşullarını taşımadığı hâlde, bu faaliyetin icrasına yönelik olarak izin verilmiş olabilir. Bir imar planı uygulamasında, belli bir parsel üzerinde, plan tekniğine veya imar planına aykırı olarak yapılaşmaya imkân sağlanmış olabilir.
Böylece, İtalyan hukukunun etkisiyle gerek doktrinimizde gerek Yargıtay’ın kimi kararlarında kabul gören sübjektif sınırlama ölçütü terkedilmiştir.
Görevi kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için, görevin gereklerine aykırı davranışın mutlaka icrai davranış olması gerekmemektedir. Görevin gereklerine aykırı davranışın, ihmalî bir hareket olması hâlinde de, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir. Görevi kötüye kullanma suçunun icrai veya ihmali davranışla işlenmesinin sadece ceza miktarı üzerinde bir etkisi olabilecektir.
Bu düzenlemeyle, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda yer verilen keyfi muamele, görevi kötüye kullanma ve görevi ihmal suçları ayırımından vazgeçilmiştir.
Görevin gereklerine aykırı davranış sonucunda, bir insan ölmüş veya yaralanmış olabilir. Bu durumda; kamu görevlisinin görevinin gereği olan belli bir icraî davranışta bulunmak yönündeki yükümlülüğünü yerine getirmemesi dolayısıyla, görevi kötüye kullanma suçunun oluştuğunda kuşku yoktur. Ancak, bu durumda aynı zamanda ihmalî davranışla öldürme veya yaralama suçu oluşmaktadır.
Görevi kötüye kullanma suçu, genel, tali ve tamamlayıcı bir suç tipidir. Bu nedenle, görevin gereklerine aykırı davranışın başka bir suçu oluşturmadığı hâllerde, kamu görevlisini bu suça istinaden cezalandırmak gerekir. Buna karşılık, görevle bağlantılı yükümlülüğün ihmali sonucunda şayet bir kişi ölmüş veya yaralanmış ise, kişi artık görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezalandırılamaz. Bu durumda, ihmalî davranışla işlenmiş öldürme veya yaralama suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekir.
Maddenin üçüncü fıkrasına göre; kamu görevlisinin, görevinin gereklerine uygun davranması için veya bu nedenle kişilerden kendisine veya bir başkasına çıkar sağlaması, bazı hâllerde görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacaktır. Ancak, bunun için, fiilin icbar suretiyle irtikap suçunu oluşturmaması gerekir. Kamu görevlisinin, görevinin gereklerine aykırı olarak bir işi yapması veya yapmaması için, kişiyle vardığı anlaşma çerçevesinde bir yarar sağlaması, rüşvet suçunu oluşturacaktır. Buna karşılık, kamu görevlisinin, görevinin gereklerine uygun davranmak amacıyla kişilerden menfaat temin etmesi durumunda ise, rüşvet suçu değil, kural olarak icbar suretiyle irtikap suçu oluşur. Ancak, somut olayda, kişinin menfaat sağlama yönünde icbar edildiği yönünde somut dayanak noktalarının bulunmaması durumunda, fiilin görevi kötüye kullanma olarak değerlendirilerek cezaya hükmedilecektir.
Kamu Görevlisinin Resmi Belgede Sahteciliği: Görevi Gereği Düzenlemeye Yetkili Olduğu Resmi Belgede Sahtecilik
Yargıtay Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2018/11-167 Karar No: 2019/391 Karar tarihi: 09.05.2019
Özet: Sanığın söz konusu tebligat evrakını katılanın adresine gitmeden gitmiş ve katılanı adresinde bulamamış gibi ihbar kayıt ve iade şerhlerini yazmak suretiyle görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu belgeyi görevinin gereklerini yerine getirmemesine rağmen getirmiş gibi sahte olarak düzenlediğinin ve bunun ilgilinin mağduriyetine sebep olacağının açık olduğu, sanığın anlatılan eyleminin; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesinin birinci fıkrasında yer alan görevi kötüye kullanma suçuna göre asli norm niteliğindeki aynı Kanun’un 204. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçunu oluşturduğu kabul edilmelidir. Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün direnme gerekçesinin isabetli olduğuna ve hükmün esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
(5237 S. K. m. 53, 62, 204, 257)
Kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçundan sanık …’ün 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 204/2, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna ilişkin Çorlu Ağır Ceza Mahkemesince verilen 17.12.2008 tarihli ve 167-269 sayılı hükmün, sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesince 29.11.2012 tarih ve 15643-20574 sayı ile;
“… sair temyiz itirazlarının reddine; ancak:
Katılanın Çorlu Belediyesine yaptığı müracaatın reddine ilişkin kararın Belediye tarafından kendisine tebliğ edilmek üzere Çorlu PTT müdürlüğüne teslim edilen evrakı dağıtmak üzere teslim alan ve suç tarihinde Çorlu PTT müdürlüğünde dağıtıcı olarak görev yapan sanığın, katılanın adresine gerçekte gitmediği halde 17.05.2007 ve 18.05.2007 tarihlerinde 1 ve 2. ihbarları yazıp şerh ederek 05.06.2007 tarihinde bekleme süresi dolduğundan bahisle mercine iade edilmesini sağlamaktan ibaret oluşa uygun olarak sübutu kabul edilen olayda dosya kapsamına göre sahtecilik kastıyla hareket etmeyen sanığın eyleminin görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacağı gözetilmeden suç vasfında yanılarak yazılı şekilde hüküm kurulması”
isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel Mahkeme ise 27.09.2013 tarih ve 15-216 sayı ile, bozmaya direnerek önceki hüküm gibi sanığın kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçundan mahkûmiyetine karar vermiştir.
Bu hükmün de sanık ve katılan PTT Genel Müdürlüğü vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 22.01.2018 tarihli ve 24783 sayılı “red ve bozma” istekli tebliğnamesiyle dosya 6763 sayılı Kanun’un 36. maddesiyle değişik 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 307. maddesi uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 11. Ceza Dairesince 21.03.2018 tarih ve 926-2418 sayı ile, direnme kararı yerinde görülmeyip Yargıtay Birinci Başkanlığına gelen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1- Katılan PTT Genel Müdürlüğünün, açılan kamu davasına katılma ve kurulan hükmü temyiz etme hakkının bulunup bulunmadığının,
2- Katılma hakkının bulunduğu sonucuna ulaşılması hâlinde her iki temyiz istemine istinaden, katılma hakkının bulunmadığı sonucuna ulaşılırsa sadece sanığın temyiz istemine istinaden; sanığın eyleminin kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçunu mu, yoksa görevi kötüye kullanma suçunu mu oluşturduğunun,
Belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Katılan …’ün, Çorlu Belediyesine yaptığı müracaatın reddine ilişkin Çorlu Belediyesince düzenlenen 11.05.2007 tarihli ve 838 sayılı yazının tarafına tebliğ edilemeden mercine iade edilmiş olmasından bahisle şikâyetçi olması üzerine başlatılan soruşturmada, anılan belgenin katılana tebliği için Çorlu PTT Müdürlüğünde posta dağıtıcısı olarak çalışan sanığın görevlendirildiğinin belirlendiği,
Çorlu Kaymakamlığının 07.02.2008 tarihli ve 2008/08 sayılı kararıyla Çorlu PTT Müdürlüğünde kamu hizmeti ifa eden posta dağıtıcısı sanık hakkında soruşturma izni verildiği,
PTT Genel Müdürlüğü PTT Başmüdürlüğü Teftiş Kurulu Kontrolörlüğünün 13.06.2008 tarihli ve 0126 sayılı soruşturma raporunda özetle; söz konusu TB00636636925 nolu tebligatın Çorlu Belediyesi Yazı İşleri Müdürlüğünce vergi tebliği formatında 838 dosya numarası ile hazırlanarak Çorlu PTT Müdürlüğüne 16.05.2007 tarihinde saat 08.32’de getirildiği, Çorlu PTT Müdürlüğünce tebliğinin sağlanması amacıyla Çorlu Belediyesinden teslim alınan tebligatın kayıt ve kabul işlemlerini ifa eden memur Nimet Türkmen tarafından ilgili cihet dağıtıcısına teslim edilmek üzere kayıt ve kabul işlemlerinin yapıldığı, 17.05.2008 tarihinde saat 01.30’da tebligat teslim listesine kaydedildiği, bahsedilen tebligatın, kayıtlandığı 116 nolu cihetin sorumlu posta dağıtıcısı sanık …’e 18.05.2018 tarihinde imza karşılığında teslim edildiğinin tebligat teslim listesi başlıklı belge ile sabit olduğu, söz konusu tebligat üzerinde bulunan şerhler kontrol edildiğinde, sanık tarafından verilen şerhlerin “1. ihbar -17.05.2007” ve “2. ihb. – 18.05.2007” şeklinde olduğu, bu şerhlerin alt kısmının sanık tarafından imzalandığı, ayrıca aynı tebligatın alt kısmında “Bekleme süresi doldu, müracaat olmadığından iade – 05.06.2007” şeklinde bir şerhin daha bulunduğu, bu şerh altında da sanığın imzasının yer aldığı tespitlerine yer verildiği ve mevcut belgelerdeki duruma göre, sanığa 18.05.2007 tarihinde imza karşılığı teslim edilen suça konu tebligat ile 17.05.2007 tarihinde katılan …’in adresine gidilip 1. ihbarın yapılmasının fiilen imkânsız olduğu, yine aynı tebligat yönünden 18.05.2007 tarihli 2. ihbar şerhinin de katılan …’in adresine gidilerek yapılıp yapılmadığı noktasında yoğun şüphe oluştuğu, sanık tarafından katılan …’in adresine gidilmiş gibi verilen şerhlerin, anılan tarihlerde fiilen gerçekleşmiş durumların sonucuna göre zuhur eden şerhler olmadığı, mevcut belgelere ve sanığın idari soruşturma kapsamında alınan ifadesine göre de, yoğun işlerin vermiş olduğu sıkıntı ile 05.06.2007 tarihinde elinde bulunan söz konusu tebligata, belirtilen tarihte yapılması fiilen imkânsız olan şerhi geriye dönük olarak vermek suretiyle bahsedilen eylemlerini gerçekleştirdiğinin sabit görüldüğü kanaatinin bildirildiği,
Sanık hakkında açılan kamu davasına PTT Genel Müdürlüğünce 02.08.2008 tarihli dilekçeyle katılma talebinde bulunulduğu, Yerel Mahkemece 24.09.2008 tarihli oturumda PTT Genel Müdürlüğünün davaya katılan olarak kabulüne karar verildiği, sanık hakkında kurulan mahkûmiyet hükmünün PTT Genel Müdürlüğü vekilince katılan vekili sıfatıyla vekâlet ücreti yönünden temyiz edildiği,
Anlaşılmaktadır.
Katılan … aşamalarda; Çorlu Belediyesinde inşaat mühendisi olarak görev yaptığı sırada işe devamsızlığı ileri sürülerek işine son verilmesi nedeniyle anılan Belediye Başkanlığına dilekçe ile müracaatta bulunduğunu, bu müracaatın cevabını beklediğini ancak cevap verilmediğini, daha sonra ise aslında bu müracaatına cevap verildiğini, cevap yazısının tebligat için Çorlu PTT Müdürlüğüne teslim edildiğini, ancak tebligatın kendisine yapılamadığından bahisle çıkış mercine iade edildiğini öğrendiğini, tebligata konu adresin annesine ait olduğunu, 2006 yılından itibaren annesiyle birlikte ikamet ettiğini, adresini hiç değiştirmediğini, dilekçe tarihinden yaklaşık iki ay içinde İdare Mahkemesinde dava açması gerektiği için bu tebligatı beklediğini, adresten ayrılmadığını, tatile gitmediğini, zaten evde devamlı annesinin olduğunu, apartman görevlileri tanık Mehmet Doğan’a da durumu sorduğunda tebligatın gelmediğini öğrendiğini, tebligatta bir usulsüzlük yapıldığını düşündüğünü, olay nedeniyle mağdur olduğunu,
Tanık Mehmet Erdoğan; katılan …’ü iyi tanıdığını, katılanın Özdostlar sitesi A blok 3 numaralı dairede oturduğunu, kendisinin de 7 yıldır bu sitenin kapıcılığını yaptığını, Mayıs 2007 tarihinde de katılan …’in ikametgâhını kullandığını, o tarihte ikametten ayrıldığını görmediğini, o dönemde kendisine PTT görevlilerinden kimsenin gelip katılan … ile ilgili bir şey söylemediğini, kapıda bekçi veya özel güvenlik olmadığını, bu siteyle yalnızca kendisinin ilgilendiğini, hatırladığı kadarıyla katılan …’in kendisine tebligat gelip gelmediğini sorduğunu, kendisinin de tebligat gelmediğini söylediğini, ancak tarihi hatırlayamadığını,
Tanık Nimet Türkmen; Çorlu PTT Müdürlüğünde tebligat memuru olarak görev yaptığını, ilgili tebligatın kendisine 16.05.2007 tarihinde geldiğini, 17.05.2007 tarihinde kayıt yaptığını ve 18.05.2007 tarihinde de sanığa teslim ettiğini, posta dağıtıcılarının tebligatları ertesi gün aldıklarını ve teslim aldıkları günün tarihini yazarak belgeyi imzaladıklarını, resmî kayıtlardaki tarihten önce alıp işlem yapılmasının mümkün olmadığını,
İfade etmişlerdir.
Sanık idari soruşturma kapsamında Teftiş Kurulu Kontrolörü Bahadır Karagöz huzurunda verdiği ifadesinde; gösterilen belgelerden hareketle söz konusu tebligatın 16.05.2007 tarihinde Çorlu PTT Müdürlüğü kayıtlarına girdiğinin, 17.05.2007 tarihinde kayıt kabul işlemi tamamlanıp 18.05.2007 tarihinde ise imza karşılığında kendisi tarafından teslim alınmış olduğunun anlaşıldığını, yani suça konu tebligatın 18.05.2007 tarihinde uhdesine girdiğini, tebligat üzerinde verilen şerhlerin de sabit olduğunu, yorumladığında teknik ve fiili durum olarak 17.05.2007 tarihli olarak 1. ihbar yazmasının ve bunu şerh etmesinin mümkün görünmediğini, bu hâliyle 2. ihbarın da tartışmalı duruma geldiğini, 18.05.2007 tarihinden sonra izin ve rapor kullandığını, 04.06.2007 tarihinde tekrar göreve başladığını ve bu tarihten sonraki günlerde elinde bulunan geriye dönük tebligatların gereğini sağladığını, söz konusu tebligatın işlemini de bu yoğunluk sırasında yaptığını, 05.06.2007 tarihinde de bu tebligatın işlemlerini bitirdikten ve gerekli şerhleri verdikten sonra iadesini yaptığını,
Kovuşturma evresinde ise; tebliğ evrakını 17.05.2007 tarihinde aldığını, ancak teslim belgesini 18.05.2007 olarak imzalamış olduğunu, 17.05.2007 tarihinde katılan …’in ikametine gittiğini, katılanı bulamayınca 18.05.2007 tarihinde ikinci ihbar için yeniden gittiğini, suça konu evrak nedeniyle kapısına 7 gün içerisinde PTT’ye gelinmesi için sarı ihbar kağıdı bıraktığını ve ihbar kağıdı bıraktığını site kapıcısı tanık Mehmet Erdoğan’a bildirdiğini, soruşturma evresinde müfettişe verdiği ifadesi okunup sorulduğunda; doğru olduğunu, aynen tekrar ettiğini,
Savunmuştur.
Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi bakımından öncelikle “resmî belgede sahtecilik” ve “görevi kötüye kullanma” suçları üzerinde durulması gerekmektedir.
Resmî belgede sahtecilik suçu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 204. maddesinde düzenlenmiştir;
“(1) Bir resmî belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir resmî belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren veya sahte resmî belgeyi kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Resmi belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan belge niteliğinde olması halinde, verilecek ceza yarısı oranında artırılır.”
Söz konusu suç, maddenin birinci fıkrasında seçimlik hareketli bir suç olarak tanımlanmış olup resmî belgenin sahte olarak düzenlenmesi, gerçek bir resmî belgenin başkalarını aldatacak şekilde değiştirilmesi veya sahte resmî belgenin kullanılması durumunda suç oluşacaktır.
Maddenin ikinci fıkrasında, resmî belgede sahtecilik suçunun kamu görevlisi tarafından işlenmesi ayrı bir suç olarak tanımlanarak daha ağır bir yaptırıma bağlanmış, maddenin üçüncü fıkrasında ise suçun konusunu oluşturan resmî belgenin, kanunun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan bir belge niteliğinde olması hâlinde cezanın yarı oranında artırılması gerektiği belirtilmiştir.
Sahtecilik suçlarının hukuki konusu kamunun güveni olup, belgelerin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, tamamen veya kısmen değiştirilmesi ya da gerçek bir belgeye eklemeler yapılması eylemlerinin kamu güvenini sarstığı kabul edilerek yaptırıma bağlanmıştır.
Resmî belgenin sahte olarak düzenlenmesi ya da gerçek bir resmî belgenin değiştirilmesi eyleminin sahtecilik suçunu oluşturabilmesi için, düzenlenen ya da değiştirilen belgenin gerçek bir belge olduğu konusunda kişiyi yanıltıcı nitelikte olması gerekir. Aldatıcılık özelliği suçun temel unsuru olup, özel bir incelemeye tabi tutulmadıkça gerçek olmadığı anlaşılamayan belge, sahte belge olarak kabul edilmelidir. Sahteciliğin kişileri aldatacak nitelikte olup olmadığı şüpheye yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının “Millete ve Devlete Karşı Suçlar ve Son Hükümler”e yer veren dördüncü kısmının “Kamu İdaresinin Güvenilirliğine ve İşleyişine Karşı Suçlar” başlıklı birinci bölümünde yer alan “Görevi kötüye kullanma” başlıklı 257. maddesinde düzenlenen hükme göre;
“(1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Maddenin, uyuşmazlıkla ilgili birinci fıkrasında düzenlenen icrai davranışlarla görevi kötüye kullanma suçu, kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmesi ve bu aykırı davranış nedeniyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da haksız menfaat sağlanması ile oluşmaktadır.
Buna göre ilk şart, kamu görevlisi olan failin yaptığı işle ilgili olarak kanun veya diğer idari düzenlemelerden doğan bir görevinin olması ve bu görevi dolayısıyla yetkili bulunmasıdır. Suçun oluşabilmesi için, norma aykırı davranış yetmemekte, fiil nedeniyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız menfaat sağlanması gerekmektedir.
Anılan maddenin gerekçesinde; suçun oluşmasına ilişkin genel koşullar, “Kamu görevinin gereklerine aykırı olan her fiili cezai yaptırım altına almak, suç ve ceza siyasetinin esaslarıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, görevin gereklerine aykırı davranışın belli koşulları taşıması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturabileceği kabul edilmiştir. Buna göre, kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin mağduriyetiyle sonuçlanmış olması veya kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir” şeklinde vurgulanmıştır.
Öğretide de; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesindeki suçun oluşmasının, kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmesi sonucunda kişilerin mağdur olması veya kamunun zarar görmesi ya da haksız menfaat sağlanması şartlarına bağlı olduğu, bu sonuçları doğurmayan norma aykırı davranışların, suç kapsamında değerlendirilemeyeceği açıklanmıştır. (Mehmet Emin Artuk – Ahmet Gökçen – Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Turhan Kitapevi, 11. Bası, Ankara, 2011, s. 913 vd.; Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara, 2013, s.769; Veli Özer Özbek – Mehmet Nihat Kanbur – Koray Doğan – Pınar Bacaksız – İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 2. Bası, Ankara, 2011, s. 974.)
Norma aykırı davranışın maddede belirtilen sonuçları doğurup doğurmadığının saptanabilmesi için öncelikle “mağduriyet”, “kamunun zarara uğraması” ve “haksız menfaat” kavramlarının açıklanması gerekmektedir.
Mağduriyet kavramının, sadece ekonomik bakımdan uğranılan zararla sınırlı olmadığı, bireysel hakların ihlali sonucunu doğuran her türlü davranışı ifade ettiği kabul edilmelidir. Bu husus madde gerekçesinde; “Görevin gereklerine aykırı davranışın, kişinin mağduriyetine neden olunması gerekir. Bu mağduriyet, sadece ekonomik bakımdan uğranılan zararı ifade etmez. Mağduriyet kavramı, zarar kavramından daha geniş bir anlama sahiptir.” şeklinde vurgulanmış, öğretide de; mağduriyetin sadece ekonomik bakımdan ortaya çıkan zararı ifade etmeyeceği, mağduriyet kavramının ekonomik zarar kavramından daha geniş bir anlama sahip olduğu, bireyin, sosyal, siyasi, medeni her türlü haklarının ihlali sonucunu doğuran hareketlerin ve herhangi bir çıkarının zedelenmesine neden olmanın da bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. (Mehmet Emin Artuk – Ahmet Gökçen – Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Turhan Kitapevi, 11. Bası, Ankara, 2011, s. 911 vd.; Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara, 2013, s. 772; Veli Özer Özbek – Mehmet Nihat Kanbur – Koray Doğan – Pınar Bacaksız – İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 2. Bası, Ankara, 2011, s. 974.)
Asli Norm ve Tali Norm Ayrımı
Bu aşamada “asli norm” ve “tali norm” kavramları üzerinde de durulmasında yarar vardır.
Yardımcı (tali) normlar, asli normlarla benzer hukuki yararları koruyan normlardır. Bu tür normlar, asli normların tatbik edilemeyeceği durumlarda kanunda boşluk oluşmasını engellemek amacıyla getirilmiş düzenlemelerdir. Asli-yardımcı norm ilişkisinin olduğu durumda fiile yardımcı norm değil asli norm uygulanacaktır. Bir normun yardımcı norm mu asli norm mu olduğunun, asli normun uygulanamadığı yerlerde başvurulan bir norm olmasından anlaşılması bir yana, düzenleme içinde, “fiil daha ağır cezayı gerektiren başka bir suç oluşturmadığı takdirde”, “kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında” ve “eylemin başka bir suç oluşturmaması hâlinde” gibi ifadelerin yer alıp almamasına göre de belirlenmekte, bu gibi ifadelerin yer aldığı normların yardımcı norm olduğu kabul edilmektedir.
Diğer taraftan, uyuşmazlık konularıyla ilgisi bakımından PTT idaresinin sorumluluğu üzerinde de durulmasında fayda bulunmaktadır.
PTT idaresinin tazminat sorumluluğunun düzenlendiği ve suç tarihinde yürürlükte olan 5584 sayılı Posta Kanunu’nun 50. maddesinde yer alan düzenlemeye göre;
“I- P.T.T. İdaresi haberleşme maddelerinin taahhütlü olmıyanları için tazminat vermez.
II- Taahhütlü olarak gönderilen bir maddenin kaybı halinde P.T.T. İdaresince taahhüt ücretinin 50 katı tutarında tazminat verilir.
III- Değer konulmamış bir kolinin kaybolması, çalınması veya hasarı halinde P.T.T. İdaresi, kolinin postaya verildiği yerdeki ve zamandaki gerçek değerini ve hasar halinde, uğradığı zarar derecesini gözönüne alarak bir taahhütlü mektup tazminatından az olmamak üzere, kolinin adi posta ücretinin 10 katı tutarında tazminat verir.
IV- Değerli bir mektup veya kutu ile değerli bir kolinin kaybolması, çalınması veya hasarı halinde, konulmuş olan değeri geçmemek şartiyle, hasar veya eksiklik derecesinde tazminat verilir.
Ancak, P.T.T. İdaresi gönderilen posta maddesi içindeki eşyanın postaya verildiği zaman konmuş olan değerden daha az değerde olduğunu ispat ederse bu eşyanın gerçek değerine göre tazminat verilir…”
Aynı Kanun’un “Üçüncü kişiler aleyhine başvurma, tazminatın ödenmesi” başlıklı 55. maddesinde yer alan düzenlemeye göre ise;
“I- P.T.T. İdaresi tarafından tazminat isteklerinin sonuçlandırılması, idarenin üçüncü kişiler aleyhine başvurma hakkını kaldırmaz.
II – İdarenin göndericilere vermekle ödevli olduğu tazminat bedellerini her zaman için sebep olanlardan almaya hakkı vardır.
Göndericiler tazminat istemezler veya bu haklarını her hangi bir suretle kaybederlerse kusurlulardan alınan paralar, istemeleri beklenmeksizin, kendilerine geri verilir.”
Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere, PTT idaresinin değerli bir mektup veya kutu ya da kolinin kaybolması, çalınması veya hasar görmesi yahut taahhütlü olarak gönderilen bir maddenin kaybı hâlinde tazminat sorumluluğu söz konusu olmakla birlikte, tazminat bedellerini sorumlulardan alma hakkı bulunmaktadır.
Gelinen bu noktada “mağdur”, “suçtan zarar gören” ve “malen sorumlu” kavramları ile “kamu davasına katılma” kurumu üzerinde de durulması gerekmektedir.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 237/1. maddesinde; “Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.” hükmü ile kamu davasına katılma hak ve yetkisi bulunanlar üç grup hâlinde belirtilmiştir. Bu düzenleme, 1412 sayılı (mülga) CMUK’nın 365. maddesindeki; “Suçtan zarar gören herkes, soruşturmanın her aşamasında kamu davasına müdahale yolu ile katılabilir” hükmü ile benzerlik göstermekte ise de yeni hükme, önceki kanunda yer almayan malen sorumlu ve dar anlamda suçtan zarar göreni ifade eden mağdur da eklenmek suretiyle, madde; öğreti ve uygulamadaki görüşlere uygun olarak, katılma hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilenleri kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.
Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanların kanunun kendilerine tanıdığı hak ve yetkileri haiz olarak davada yer almasına öğreti ve uygulamada “davaya katılma” veya “müdahale” denilmekte, davaya katılma talebinin kabul edilmesi hâlinde ise davaya katılma isteminde bulunan kişi “katılan” ya da “müdahil” sıfatını almaktadır.
Gerek 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, gerekse 1412 sayılı (mülga) Ceza Muhakemesi Usulü Kanunu’nda kamu davasına katılma konusunda suç bakımından bir sınırlama getirilmemiş, ilke olarak şartların varlığı hâlinde tüm suçlar yönünden kamu davasına katılma kabul edilmiştir. Öğreti ve uygulamada kamu davasına katılma yetkisi bulunan kişinin “suçtan zarar görmesi” şartı aranmış, ancak kanunda “suçtan zarar gören” ve “mağdur” kavramlarının tanımı yapılmadığı gibi, zararın maddi ya da manevi olduğu hususu bir ayrıma tabi tutulmamış ve sınırlandırılmamıştır. Bu nedenle konuya açıklık kazandırılırken öğretideki görüşlerden de yararlanılarak, maddede katılma yetkisi kabul edilen, “mağdur”, “suçtan zarar gören” ve “malen sorumlu olan” kavramlarının, kamu davasına katılma hususundaki uygulamaya ışık tutacak biçimde tanımlanması gerekmektedir.
Malen sorumlu; yargılama konusu işin hükme bağlanması ve bunun kesinleşmesinden sonra, maddi ve mali sorumluluk taşıyarak hükmün sonuçlarından etkilenecek veya bunlara katlanacak kişidir.
Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilir. Bazı suçlarda mağdur belli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk- Ahmet Gökcen – A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Bası, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015, s.289; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 11. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s.214-217; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s.106-107; Osman Yaşar-Hasan Tahsin Gökcan-Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, 6. cilt, Ankara, 2010, s.7702-7703)
Kamu davasına katılma için aranan “suçtan zarar görme” kavramı kanunda açıkça tanımlanmamış, gerek Ceza Genel Kurulu, gerekse Özel Dairelerin yerleşmiş kararlarında; “suçtan doğrudan doğruya zarar görmüş bulunma hâli” olarak anlaşılıp uygulanmış, buna bağlı olarak da dolaylı veya muhtemel zararların, davaya katılma hakkı vermeyeceği kabul edilmiştir. Nitekim bu husus, Ceza Genel Kurulunun 08.11.2016 tarih ve 830-412, 03.05.2011 tarih ve 155–80 ile 04.07.2006 tarih ve 127–180 sayılı kararlarında; “dolaylı veya muhtemel zarar, davaya katılma hakkı vermez.” şeklinde açıkça ifade edilmiştir.
Diğer yandan, işlenen bir suç nedeniyle, o eylemin gerçekleşmesini engellemeye yönelik yükümlülüğün yerine getirilmesinde ihmal gösterildiği takdirde tüzel kişilerin veya diğer yetkililerinin cezai ve hukuki sorumluluklarının doğması hâlinin, suçtan doğrudan zarar gördükleri anlamına gelmeyeceği, bu nedenle işlenen suç açısından ilgili tüzel kişiliklere veya yetkililere “mağdur” ya da “suçtan zarar gören” sıfatını kazandırmayacağı açıktır. Yine Ceza Genel Kurulunca 25.03.2003 tarih ve 41-54 sayı ile “tazminat ödenmesi, itibar zedelenmesi ve güven kaybı gibi dolaylı zararlara dayanarak kamu davasına katılma, dolayısıyla verilen hüküm hakkında yasa yollarına başvurmanın olanaksız olduğu” şeklinde karar verilmiştir.
Bir tüzel kişinin kamu davasına katılabilmesi için 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun davaya katılmayı düzenleyen genel kural niteliğindeki 237. maddesinde belirtilen şartın gerçekleşmesi, başka bir deyişle suçtan doğrudan zarar görmüş olması veya herhangi bir kanunda, belirli bir tüzel kişinin bazı suçlardan açılan kamu davalarına katılmasını özel olarak düzenleyen bir hükmün bulunması gerekir. Örneğin 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nun davaya katılmayı düzenleyen 18. maddesi uyarınca Gümrük İdaresinin, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca Maliye Bakanlığının, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 162. maddesi uyarınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun usulüne uygun başvuruda bulunmaları hâlinde kamu davasına katılacakları açıkça hükme bağlanmıştır. Özel kanun hükümleri uyarınca davaya katılmanın kabul edildiği bu gibi durumlarda, belirtilen kurumların suçtan zarar görüp görmediklerini ayrıca araştırmaya gerek bulunmamaktadır. Ceza Genel Kurulunun 15.04.2014 tarih ve 599-190, 21.02.2012 tarih ve 279–55 ile 03.05.2011 tarih sayılı kararlarında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında;
1- Katılan PTT Genel Müdürlüğünün, açılan kamu davasına katılma ve kurulan hükmü temyiz etme hakkının bulunup bulunmadığına ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Posta dağıtıcısı olan sanığın, katılan …’e tebliğ etmesi gereken evrakı, katılanın adresine gitmemesine rağmen gitmiş ve katılanı adresinde bulamamış gibi ihbar ve şerh kayıtları düşerek “merciine” iade ettiği iddiasıyla açılan kamu davasında, resmî belgede sahtecilik ve görevi kötüye kullanma suçundan doğrudan doğruya zarar görmeyen ve kamu davasına katılmasını özel olarak düzenleyen bir kanun hükmünün de bulunmaması nedeniyle anılan suçlar bakımından davayı takip etme görevi olmayan PTT Genel Müdürlüğünün, kamu davasına katılma hak ve yetkisi bulunmadığı gibi Yerel Mahkemece yanılgılı biçimde verilen katılma kararı hukuki değerden yoksun olup hükmü temyiz etme hakkı vermeyeceğinden, PTT Genel Müdürlüğü vekilinin temyiz isteminin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmalıdır.
2- Bu kabul doğrultusunda sadece sanığın temyiz istemine istinaden; sanığın eyleminin kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçunu mu, yoksa görevi kötüye kullanma suçunu mu oluşturduğu yönündeki uyuşmazlık konusuna gelince;
Posta dağıtıcısı olan sanığın, katılan …’in adresine gerçekte gitmediği hâlde gitmiş ve katılanı adresinde bulamamış gibi tebligat evrakına 17.05.2007 ve 18.05.2007 tarihli 1 ve 2. ihbar kayıtları ile 05.06.2007 tarihli iade şerhini yazarak tebliğ edilmesi gereken yazının merciine iade edilmesini sağladığının iddia ve kabul edildiği olayda, PTT Genel Müdürlüğü PTT Başmüdürlüğü Teftiş Kurulu Kontrolörlüğünün 13.06.2008 tarihli ve 0126 sayılı soruşturma raporundan ve ekindeki 116 cihet numaralı tebligat teslim listesi başlıklı belgeden sanığın, katılana tebliğ etmek üzere söz konusu tebliğ evrakını 18.05.2007 tarihinde imzası karşılığında teslim aldığının açıkça anlaşıldığı, Çorlu PTT Müdürlüğünde tebligat memuru olarak görev yapan tanık Nimet Türkmen’in; ilgili tebligatın kendisine 16.05.2007 tarihinde geldiğini, 17.05.2007 tarihinde kayıt yaptığını ve 18.05.2007 tarihinde de sanığa teslim ettiğini, resmî kayıtlardaki tarihten önce alıp işlem yapılmasının mümkün olmadığını ifade ettiği, sanığın da kovuşturma evresinde, tebligatı yapmak için belirtilen tarihlerde gittiğinde katılanı bulamadığını, kapısına sarı kağıt bıraktığını ve bu durumu site kapıcısı tanık Mehmet Erdoğan’a bildirdiğini savunmasına rağmen, tanık olarak dinlenen Mehmet Erdoğan’ın, o dönemde kendisine PTT görevlilerinden kimsenin gelip katılan ile ilgili bir şey söylemediğini beyan ederek sanığın savunmasını doğrulamadığı hususları birlikte değerlendirildiğinde, sanığın söz konusu tebligat evrakını katılanın adresine gitmeden gitmiş ve katılanı adresinde bulamamış gibi ihbar kayıt ve iade şerhlerini yazmak suretiyle görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu belgeyi görevinin gereklerini yerine getirmemesine rağmen getirmiş gibi sahte olarak düzenlediğinin ve bunun ilgilinin mağduriyetine sebep olacağının açık olduğu, sanığın anlatılan eyleminin; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesinin birinci fıkrasında yer alan görevi kötüye kullanma suçuna göre asli norm niteliğindeki aynı Kanun’un 204. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçunu oluşturduğu kabul edilmelidir.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün direnme gerekçesinin isabetli olduğuna ve hükmün esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
Sonuç:
Açıklanan nedenlerle;
1- Açılan kamu davasında sanığın eyleminden doğrudan zarar görmeyen ve bu davayı takip etme görevi de bulunmayan PTT Genel Müdürlüğünün TEMYİZ İSTEMİNİN REDDİNE,
2- Çorlu 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 27.09.2013 tarihli ve 15-216 sayılı, sanığın eyleminin kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği suçunu oluşturduğuna ilişkin direnme kararının ve gerekçesinin İSABETLİ OLDUĞUNA,
3- Dosyanın, hükmün esasının incelenmesi için Yargıtay 11. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 09.05.2019 tarihinde yapılan müzakerede birinci uyuşmazlık yönünden oy birliğiyle, ikinci uyuşmazlık yönünden ise oyçokluğuyla karar verildi.
Kayseri Ceza Avukatı
Alanında yetkin Kayseri ceza avukatı kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Büromuz; ceza yargılamalarında savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek taraflara avukatlık ve hukuki danışmanlık hizmeti vermektedir.
Ceza davalarında gerekli başvuru veya itirazların zamanında ve usulüne uygun yapılması açısından alanında uzman bir Kayseri ceza avukatı veya ağır ceza avukatından hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Yargılama sırasında herhangi bir mağduriyete ve hak kaybına uğramamak için güncel mevzuat ve Yargıtay kararlarının takip edilmesi önem arz etmektedir.
Alanında yetkin Kayseri Avukat kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Büromuz, savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde taraflara hukuki yardım sunmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde herhangi bir mağduriyete veya hak kaybına uğramamak için gerekli başvuruların zamanında ve usulüne uygun yapılması büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Zülküf Arslan Hukuk Bürosu olarak; Yalçınkaya Kararı başta olmak üzere AİHM kararlarının Türkçe çevirilerini yapan Eski AİHM Hukukçusu Dr. Orhan Arslan koordinatörlüğünde müvekkillerimize Anayasa Mahkemesi ve AİHM başvurusunun yanı sıra emsal AYM ve AİHM Kararları çerçevesinde yeniden yargılama başvurusu hususunda da hukuki destek vermekteyiz.
Kayseri ceza avukatı veya Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru yapmak ve süreci takip etmek için bir avukat arıyorsanız 15 yılı aşkın deneyimi ile avukat kadromuzdan dava süreci, hukuki statünüz, haklarınız ile başvuru ücret ve masrafları konusunda ön bilgi alabilir; detaylı bilgi ve tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilir veya yüz yüze görüşmek için Zülküf Arslan Hukuk Büromuzu ziyaret edebilirsiniz.